DOLAR 32,3312 0.24%
EURO 35,0809 -0.14%
ALTIN 2.300,261,01
BITCOIN 22896801,31%
İzmir
22°

PARÇALI BULUTLU

Yaşar AKSOY

Yaşar AKSOY

12 Mayıs 2021 Çarşamba

EDEBİYATIN ÜSTÜNE KARA BULUT GİBİ ÇÖKTÜLER

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ahmet Yıldız isimli çok önem verdiğim bir yazar, sü­rekli izlediğim odatv.com sitesinde 11 Ocak 2011 tarihinde, tam he­defe isabet eden bir değerlendirme yaptı. Nokta, virgül ekle­meden altına imzamı atıyorum:

“Edebiyatla bir toplumu değiştirebilir misiniz? Ben bil­miyorum. Ama T.S. Eliot’un ünlü “Denemeler” kitabında yaz­dığı gibi bir toplumu çökertebilirsiniz: Edebiyatı çöken bir di­lin ulusu da çöker! Buna inanıyorum.

Bir toplum için edebiyat ne anlama gelir? Çoğumuz bil­meyiz. Öncelikle dili dil yapar, onu ayakta tutar edebi­yat. Bizi biz yapan bu yaşamsal olguyu temizler, pasından arındırır, kaybolmuş sözcükleri ortaya çıkarır, kurumuş sözcüklere su verir, yeşertir. Dili capcanlı yapar.

Her “yazılan” ve de her “okunan” metin edebiyat ya­pıtı değildir. Herkes bir şeyler yazabilir; milyonlarca insan sayfa­lar dolduruyor ama kitaplarının edebiyat yapıtı sa­yılmaması­nın nedeni dili kullanmaktaki yeteneğin ölçütü­dür.

“Gerçek” bir edebiyat yapıtı için dilin iyi kullanılması da tek başına yeterli değildir. Bunun için çok daha başka özellik­ler, ölçütler vardır; edebiyatın kendi ölçütleri: Göz­lem gücü, eşyalara, çevreye, olaylara, doğaya hakim olmak ve bunları en iyi sözcükleri bularak, onlara bin bir çeşit an­lam yükleyip zenginleştirerek betimlemek… Sözcüklerle bir resim yapmak, bir senfoni bestelemek gibi bir şey.

Yazarın tek malzemesi bir kağıt, bir kalem, bir masa, bir sandalye olarak görünür.

Oysa işte saydığım özellikler gerekir yazanda: Ama bun­lar da yetmez. Bu kez tarih bilinci, insan sevgisi, doğa sevgisi, ezilenden yana olma, tarihsel ilerlemenin yolunu sezmiş olma gibi özellikler; bir bilinç ve de kapı gibi bir yü­rek gerekir.

Bunlar da tamam diyelim: “Bilme”si de önemli ve ge­rekli değil yazarın; sezgileriyle bunları yakalaması gerekir. Ampirik bilgiyle topluma seslenen bilim insanıyla sezgile­riyle topluma seslenen sanatçı arasındaki ayırım budur. İşte yaratma süre­cine verilen önem buradan gelir. Bizi in­sanlaştıran ballı nokta burasıdır.

Üçkâğıtçı biri asla gerçek edebiyatçı, gerçek yazar olamaz bana göre. Ya da egemenlerin safında birisi kalıcı olamaz ne kadar yetenekli olsa da.

Bir Dostoyevski’nin, bir Nazım Hikmet’in, bir Paul Eluard’ın, bir Jean Paul Sartre’ın, William Faulkner’in, bir Tolstoy’un, bir Balzac’ın, Stendhal’ın haksızdan yana -ama “güncel” haksız değil yalnızca, tarihsel olarak da haksızdan yana- olduğunu kimse söyleyebilir mi?

Bütün bunlara kim karar verir? Önce okurlar, ama esas olarak zaman karar verir!

Onun için edebiyatta “Klasikler!” vardır. Tüm zaman­ların kitaplarıdır bunlar. Gerçi insanlığın binlerce yılına bedel bir 200 yıl içinde doğdular; yaşanan hıza yetişmeye çalıştılar ve de başardılar. İnsanlık var oldukça yaşayacak bu yazarlar, bu romanlar ve onların kahramanları…

Yazma uğraşının “ölçütleri” üzerine fazla konuşmayı sevmeyen Hemingway, bir konuşmasında şunları söyle­mişti: “Öncelikle yetenek olmalı, çok fazla yetenek. Kip-ling’in sahip olduğu yetenek gibi. Sonra disiplin olmalı. Flaubert’in disip­lini. Sonra da olabilecekler konusunda bir düşünceniz olmalı ve son olarak, sahteliği önlemek için Paris’deki standart metre gibi hiç değişmeyen katı bir vic­danınız olmalı.”

Bu yazımı yazarken verdiğim kahve molasında, Na­zım Hikmet’in, Edebiyat Yazıları adlı kitabı gözüme ilişti kitaplı­ğımda. 1988 yılında almışım, “23 Mart 1988”; tarih düşmüşüm üzerine. (Ne güzeldi; eskiden aldığımız kitabın üzerine günün tarihini koyardık. Giderek bu alışkanlığı­mızı kaybettik okurlar olarak. O zamanlar kitaplar daha mı önemliydi bizim için yoksa?)

Nazım Hikmet, “Bir sanat eserinin büyük olabilmesi için…” diye yazıyor ve sanat yapıtını “Büyük yapıtlar” ve “Küçük yapıtlar” diye ayırıyor ilkin. Sonra yanıtını veriyor: “Bazı yapıtlar vardır taş gibi donukturlar, bazı yapıtlar vardır anlattıklarının doğumuna, gelişmesine/yaşamına, ölümüne hâkimdirler…”

Anlaşılabileceği gibi “Büyük yapıtlar” ikinci özelliği taşı­yan yapıtlar oluyor hep. Büyük yapıt olarak insanların belle­ğine, o acımasız zamana, tarihin koynuna yerleşmek kolay değildir. Bir kitabın edebiyat yapıtı olup olmadığını, okurların kitabı satın almasına göre değerlendirmek hep yanıltıcı ol­muştur.

Ama yazar/şair istese de istemese de kitabı okurun önüne koyan bir süreç vardır. Bu süreç edebiyat bürokrasi­sinden eleştirmenlere, sanatçının (yazarın/şairin) kişisel ilişkilerinden dağıtım ağının gücüne kadar uzun ve çetin bir yolu kapsar.

Bu durum günümüz kapitalist sisteminin temel kura­lıdır. Za­manın entellektüel modalarına, ideolojisine uygun kitaplar hep çok satar! Bir başka deyişle okurun tavrı süre­cin en so­nunda biçimlenir. Ne var ki edebi ölçütler özgür ve tarafsız­dırlar as­lında. Bundan kimse kaçamaz. Her yet­kin yapıt şu veya bu biçimde tarihin vicdanında layık ol­duğu yerini alır!

Üzgünüm ama bu genel geçer kural tarihin altın çağla­rında böyleydi galiba!

Bugün ülkemizde (ve dünyada) bir edebiyat yapıtı gün ışığına çıkabilmek için büyük haksızlıklarla mücadele et­mek zorundadır.

Çünkü “postmodern” denen bir çağda yaşıyoruz. Her değerin alt üst olduğu, filin kuyruğunu tutarak tanımlar ya­pıldığı, at izinin it izine karıştığı tuhaf, çılgın bir çağ. Adeta yeni bir ortaçağı yaşıyoruz. Artık yapıtları değerlen­dirmek için “Paris’teki standart metre”, bir ölçüt (skala) yok! Her şey, “yönlendirilmiş” bir “pazar”ın belirlediği ölçütler içinde yü­rüyor.

“İyi” bir yazar/şair olabilmek, ancak “iyi” bir yayınevi bulmaya indirgenmiş durumda. (Şimdi o da çöktü doğal ola­rak!) Pazarlanabilir bir tipte ve konumda mısınız? Şan­sınıza diyecek yok o zaman!

Okurun kitabı okuyup okumadığı önemli değil kimse için. Kitabı satın almanız önemli artık! En acısı da yazarla­rın bu kervana katılmaları: Kendilerini, kitaplarının satıp satma­dığına göre değerlendirme yanlışına düşmeleri!

Türk edebiyatını bitirmek için Iova Üniversitesi’nde ABD Dışişleri Bakanlığı bursuyla kurs görmüş üç beş “star” laştırılmış yazar bozuntusu ve onların, Nazım Hik­met’in tanımıyla, “küçük yapıtları!” son yirmi beş yılda edebiyatımı­zın üzerine karabasan gibi çöktü, edebiyatımı­zın tüm güzel­liklerini kir­letti. Böylece yazarlar toplumda da itibarsızlaştı; ayırımında­sınız mı bilmem, edebiyat ya­şamımızdan sessizce çekiliyor.

O güzel yazarlar, o güzel okurlar o güzel atlara binip uzaklaşıyorlar!

Kendi payıma kitabımı okumuş iyi bir kaç okur, kita­bımı satın alan yönlendirilmiş binlerce cahilden daha de­ğerlidir benim için.” (Yaşar Aksoy’un notu: Alkışlıyorum bu yazarı, çünkü Mösyö Pardayyan ruhu taşıyor..)