Salt bir kurucu liderin ölümü değil bu; bir çağın kapanışı, bir devrimin mimarının son nefesi.
Atatürk’ü anlatmaya nereden başlamalı? Belki de başlangıç, o küçük çocuktan, Selanik’te annesinin eli ile başlayan serüvenden başlamalı.
1881 Selanik’i. Zübeyde Hanım oğlunu mahalle mektebine yazdırıyor. Sonra Ali Rıza Efendi farklı bir yol çiziyor, çocuk Şemsi Efendi Mektebi’ne geçiyor.
Henüz ilkokul çağında iki farklı dünya arasında bir tercih yapıyor küçük Mustafa. Ve sonra gelecek o kararı: Askeriye.
Ortaokuldan ayrılıp askeri rüştiyeye geçişi, aslında ilk bağımsızlık adımı. Kendi yolunu kendi çizen bir karakterin, daha 13-14 yaşındayken ortaya koyduğu irade.
Manastır Askeri İdadisi’nden ikincilikle mezun oluyor. O günden sonra hiçbir mücadeleden “ikinci” çıkmayacak.
Harp Okulu, Harp Akademisi, kurmay yüzbaşılık… 1905’te Şam’a atanıyor, Mecidi Nişanı alıyor. Selanik, Manastır, 31 Mart Vakası, Arnavutluk, Trablusgarp, Balkan Savaşları… Her görev bir tecrübe, her cephe bir ders. Tobruk’ta İtalyanlara karşı kazandığı zafer, Derne komutanlığı, Dimetoka ve Edirne’nin geri alınması…
Ama 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Sofya’daki ataşemiliterlik görevi Mustafa Kemal’e yetmiyor. Başkomutanlık Vekaleti’ne müracaat ediyor, cephede olmak istiyor.
Gelen cevap: “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya Ataşemiliterliğini daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz.”
O zaman kaleme aldığı mektup, belki de en çok hatırlanması gereken satırlardan biri: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz.”
1915 Çanakkale. O dar boğazda yalnız bir ordu değil, bir milletin kaderi sınanıyor. “Cephaneniz yoksa süngünüz var” diyen komutan, Conkbayırı’nda göğsüne isabet eden şarapnel parçasının cebindeki saati parçalaması sayesinde ölümden dönüyor. Tesadüf müydü, yoksa tarihin bu adamı başka işler için mi sakladığı?
Anafartalar Kahramanı unvanı kazanıyor. Ardından Doğu Cephesi’nde Bitlis ve Muş’u geri alıyor, generalliğe terfi ediyor. Suriye’de İngilizlerin asıl hedefinin İskenderun olduğunu bildiriyor İstanbul’a. Ama İskenderun düşüyor, ordusu lağvediliyor.
13 Kasım 1918’de İstanbul’a döndüğünde karşısında bulduğu manzara, çökmüş bir imparatorluk ve işgal altındaki bir başkent. Altı ay boyunca bekliyor, gözlemliyor, hazırlanıyor.
19 Mayıs 1919. Samsun’a çıkış. Elimizde ne var? Yok denecek kadar az bir ordu, tükenmiş bir hazine, yorgun bir millet. Ama bir de inanç var, bir de azim.
Amasya Genelgesi’nde milleti uyarıyor: “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikede.” Erzurum ve Sivas kongreleri toplanıyor. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıyor.
Aynı günlerde İstanbul’da Osmanlı hükümeti Sevr Antlaşması’nı imzalarken, Ankara’da yeni bir Türkiye kuruluyor.
“Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” açıklaması, belki de modern Türk diplomasisinin en net cümlesi. Tanımıyoruz, kabul etmiyoruz. Nokta.
İnönü zaferleri, 22 gün süren Sakarya Meydan Muharebesi… “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” emri, tarihe kazınan cümlelerden. Mareşal rütbesi ve Gazi unvanı veriliyor.
26 Ağustos 1922. Büyük Taarruz başlıyor. Dört gün sonra Dumlupınar’da Başkomutan Meydan Muharebesi kazanılıyor, 9 Eylül’de İzmir’e giriliryor. Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanıyor, işgal sona eriyor.
24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması masaya yatırılıyor.
Atatürk’ün değerlendirmesi çarpıcı: “Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder.”
29 Ekim 1923. Cumhuriyet ilan ediliyor. Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı seçiliyor. Nutuk’ta anlatacağı gibi, bu hedefe sessizce, adım adım yürümüş: “Devlet yönetimini, Cumhuriyet’ten söz etmeksizin, ulusal egemenlik ilkeleri çerçevesinde, her an Cumhuriyet’e doğru yürüyen şekilde toparlamaya çalışıyorduk.”
1926’da suikast girişimi engelleniyor.
Atatürk’ün tepkisi, onun vizyonunu en iyi özetleyen sözlerden biri: “Alçak girişimin benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyet’imize ve onun dayandığı yüksek ilkelerimize yönelmiş bulunduğuna şüphe yoktur. Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
24 Kasım 1934’te kendisine “Atatürk” soyadı veriliyor ve bu soyadı yalnızca ona ait kılınıyor.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’na karşı 1933’te Beş Yıllık Sanayi Planı başlatılıyor. Milletler Cemiyeti’ne giriş, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı… Her adım, yeni Türkiye’nin dünyada yerini alma mücadelesi.
Çiftliklerde 13 yıl süreyle planlı çalışmalar yürütüyor. Verimsiz topraklar ziraata kazandırılıyor. Çünkü Atatürk biliyor ki, bağımsızlık yalnızca askeri değil, ekonomik de olmalı.
10 Kasım 1938, saat 09.05. Dolmabahçe Sarayı’nda son nefes. 57 yaş… Ardında bıraktığı miras ise, asırlarca yaşayacak bir Cumhuriyet…
Cenazesi 19 Kasım’da Yavuz Zırhlısı’yla İzmit’e, oradan treniyle Ankara’ya uğurlanıyor. 21 Kasım’da Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine konuluyor. 10 Kasım 1953’te ebedi istirahatgahı Anıtkabir’e taşınıyor.
87 yıl geçti. Atatürk’ü anlatmaya kelimeler yeterli mi?
Belki de hayır. Ama şunu biliyoruz: O küçük çocuktan, Anafartalar’da ölümden dönen komutandan, Samsun’a çıkan öndernden, Cumhuriyet’i kuran devlet adamına uzanan yolculuk, bir milletin kurtuluş ve kuruluş destanı.
Atatürk, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti.
Haklıymış. Cumhuriyet yaşıyor. Ve O, Türkiye’nin kalbinde, Anıtkabir’de, milyonların gönlünde yaşamaya devam ediyor.
Saygıyla, özlemle, minnetle…
