BU NE NANE, BU NE LAHANA TURŞUSU?

Uyuyamamış, eken uyanmış, huzursuzlanmıştım. Elime ilk geçen gri-sarı giysimi üstüme alarak sabahın erken saatlerinde kıyıya çöken serin dinğinliğinin keyfini çıkarmak, rahatlamak istedim. Kıyıya indim. Koyu çiviti sabah şafağını izlemek bana keyifli geliyor, taa uzaklarda, göremediğim ufukta karışık martı çığlıkları var.  Denize karşı, hep oturduğum kayanın üstüne oturdum. Sanki depo olurmuş gibi temiz havayı zorlayarak emiyorum. […]

Uyuyamamış, eken uyanmış, huzursuzlanmıştım. Elime ilk geçen gri-sarı giysimi üstüme alarak sabahın erken saatlerinde kıyıya çöken serin dinğinliğinin keyfini çıkarmak, rahatlamak istedim. Kıyıya indim.
Koyu çiviti sabah şafağını izlemek bana keyifli geliyor, taa uzaklarda, göremediğim ufukta karışık martı çığlıkları var. 
Denize karşı, hep oturduğum kayanın üstüne oturdum. Sanki depo olurmuş gibi temiz havayı zorlayarak emiyorum. Düşünüyorum. 
Ama yine zihnim güncel haberlere, politik olaylara kayıyor. Oysa ben felsefe yapmak, 'varlık ne, yokluk ne?' bunların yamacında, 'güzellik, çirkinlik ne?' üstüne kafa yormak istiyordum. Ama bugün zihnimden “..hamdolsun konuşmadık..” lafını çıkarmak ne mümkün. 
Adam giderken '24 Nisan'ın hesabını bizzat soracağım' diyor, görüşmeden sonra “hamdolsun görüşmedik” diyor. Al sana tepe tepe düşünmeye ‘değmez’ bir yaklaşım, bir davranış. Değersiz bir konu. Değersiz ama ben düşünmeden kendimi alabilsem hakikaten değersiz olacak. Ya da söyleyene yakışan bir davranış diyebilsem. 
Bu ne nane, bu ne lahana turşusu?
Ne yapmak istiyor? Kendi bilge taraftarlarına yazıyor herhal. Türk halkıyla dalga geçmiş, Ermeni halkıyla alay etmiş hiç önemli değil. O iktidar olsun yeter. Herkesin önünde eğilir. Buna benim litaretürümde Arap İslamı terbiyesi denir. İşte bir yandan böyle böyle düşünüp moral bozuyor, diğer yandan flamingoların beslenmesini izleyip moral bulmaya çalışıyorum. Hatırıma güzel bir fıkra geldi; tam onu betimleyen. 
Bahattin Canbeyli anlatmıştı. Paylaşayım. Yıl 1979.  Siverek'in ana caddesinde giden bir arabanın önüne yolun tam ortasında yürüyen bir Kürt çıkmış, yoldan çekilmiyor. Araba korna çalıyor bizim vatandaş yine çekilmiyor. Şöför inmiş, adamın yanına varmış; 'Beyefendi, yolun ortasından çekilseniz de geçsek' demiş. Bizim Kürt umursamaz, ‘ma görmisen  mi, cıgaramı sarıyam’ demiş. Yıl 1980, ihtilal olmuş, benzer araba aynı caddeden hızla geçerken, yine yolun ortasına yürüyen Kürt'e çarpıp, Kürde aldırmadan bakkalın önünde durmuş. Bu sefer şoför umursamaz. Kürt yerden kalkmış, koşarak şöföre yanaşmış. Mahcup bir tavırla şöföre hitaben, 'Beyefendi arabanıza bir zarar verdim mi?' demiş. Şark-Arap islamı kabadayılığına güzel bir örnek bence. Başta yazmıştım. Bu halka bu yönetici; malzeme bu. Urfa’daki argosunu çok severim. “Böyle ele böyle ayak”.

Prof. İrfan Palalı

1950 yılında Şanlıurfa’da doğdum. Tıp eğitimimi tamamlayarak profesör unvanına ulaştım. Üniversite yıllarında başladığım edebiyat yolculuğum, özellikle toplumsal meseleleri ele alan romanlarla devam etti. 2002 yılında yayımlanan "Tehcir Çocukları" adlı ilk romanım, Türkiye’de tabu olan Ermeni sorununu gündeme taşıdı ve büyük yankı uyandırdı. Ardından "Taşların Ağıtı" (2005), "Sünnet Çocukları" (2008) ve "Özgürlük Düşleri" (2016) adlı romanlarımı yayımladım. Şu anda İzmir’in güvenilir gazetesi Demokrat Gündem bünyesinde yeni romanım "Testosteron" üzerinde çalışıyorum.

Exit mobile version