Ortaokul ve lisede Almanca Öğretmenlerimizden biri de Muharrem Taşçılar idi.
Geçen yıl Türk Koleji öğretmenlerinden, İzmir Kız Lisesi Mezunu Jale Öğretmenimizden Karşıyaka’da sağlıklı bir şekilde ikamet ettiğini öğrenmiş, selam göndermiştim.
Muharrem Taşçılar hocam Almanya’da günde en az üç kez duş aldıklarını anlatmış ve ‘Ter kokusunun insanları ne kadar rahatsız ettiğini ‘anlatmıştı…
Şimdi hak verdiğim Namık Kemal ve İzmir Türk Koleji müdür muavinlerinden olan Muharrem Taşçılar hocamın kulaklarını çınlattım.
Toplu taşım araçları kokudan geçilmiyor…
Ama ‘altın kadar önemli’ olan barajlarda sular neredeyse yok denecek kadar azalıyor…
Bu nasıl oluyor?
Suyu hem idareli kullanmıyoruz, hem de kokuyor, çevremizdekileri de rahatsız ediyoruz…
Bunları neden yazdım?
Türkiye iki haftadır sıcak hava dalgasının etkisi altında…
Kavurucu sıcaklar bu hafta sonu bir kez daha etkisini gösterecek.
Bu sıcak hava dalgasının ardından yeni bir sıcak hava dalgası daha Türkiye’yi etkisi altına almaya hazırlanıyor da ondan…
*- TATİL İLE BİRLİKTE BAŞLAYACAK ve ARTACAK
Küresel bir okyanus- atmosfer olayı olan ve Pasifik Okyanusu’nda, okyanus suyunun sıcaklıklarındaki değişkenlikler üzerine birbirinin zıttı karmaşık hava modellerinin oluştuğu ve tüm dünyayı farklı şekilde olumsuz etkileyen ‘El Nino’ nedenli aşırı sıcaklık artışları devam ediyor.
iklim bilimci Prof. Dr. Barış Önol, bu hafta sonu yaşanacak sıcak hava dalgasından sonra gelecek hafta da Perşembe günü başlayacak başka bir dalga ile karşı karşıya kalınacağını söyledi.
Prof. Dr. Önol, Sahra Çölü’nden Arap Yarımadası’na kadar sıcaklıkların 50 dereceye yaklaştığını, atmosferik sirkülasyonun bu sıcakları bölgeye taşıdığını kaydetti.
Önol, ‘Denizler rekor denilebilecek kadar sıcak. Hiç uyum sağlayamayacağımız bir geleceğe doğru ilerliyoruz.’ diye uyardı.
Ben de bir uyarı yapayım;
*- EMEL HANIM GECEYARISI EVİNE GİDEBİLDİ
Emel Hanım geçen hafta sonu misafirimdi.
Akşam saatlerinde İzmir’e dönmesi için Urla’da Yelken Kulubü karşısındaki durağa bıraktım.
3 dolu otobüs durmadan geçmiş.
Dördüncüyü beklerken, ‘Kendimi otobüsün önüne atacağım, durması için!’ diye aklından geçirmiş.
Otobüs yine hınca hınç dolu..
Çoğu da günü birlik Urla Kum Denizinden yararlanmak için gelenler. Mayolarıyla bile yolculuk yapanlar var.
Şunu demek istiyorum:
Mutlaka ve mutlaka ek otobüs seferleri konulmalıdır.
Ayrıca belli saatlerde Güzelbahçe’te Mithatpaşa Caddesi üzerindeki trafik sinyalizasyon sistemi kapatılıp buralarda mutlaka trafik polisleri görevlendirilmelidir ki saatlerce beklemenin önüne geçilmesi için…
Umarım, ‘Sen bizim işimize karışma!’ deyip, dilek ve şikayetleri görmezden gelmezler.
*- VURAL YİNE SAHADA
Foçalı Servet Vural yine toplumsal bir olaya dikkat çekiyor.
Hemen her yüksekokul, ya da fakülte mezunu gencimizin önüne çıkan bir engel var.
İşverenler, ‘Tecrübeli!’ eleman arıyorlar…
Birçok gencimiz, örneğin endüstri mühendisi, ya da tasarımcı…
Şu fakülte, bu fakülte mezunu…
‘Tecrübesi yok!’ denilerek, yıllarca anne ve babasının ekmeğini yemeye devam ediyor.
Servet Vural, ‘Ben politikacı değilim. Kendimi ve yakınıma da iş aramıyorum. Ama acı gerçeği görüyorum. Milletvekilleri, belediye başkanları, politikacılar, yöneticiler, yetkililer öncelikle bu soruna da yanıt bulmalıdır.’ Diyor ve görevlerini yapmayanlara, laf üretenlere başta kendisi olmak üzere muhalefet yapacağını belirtiyor.
*- KORDON’DA DALGALI TAŞLAR
Hatırlayan olacaktır…
İzmir’in ünlü Kordon boyuna, dalgalı taşlar döşenmişti.
Adnan Bey, bu taşların ilginç hikâyesini anımsatıyor.
Bir baştan bir başa Kordonboyu’nu süsleyen adeta deniz dalgasını andıran taşların oldukça ilgi çekici bir hikayesi vardır!
1957 yılında Demokrat Parti’den İzmir Belediye Reisi seçilen Avukat Faruk Tunca’dan günümüze kadar taşına gelen bir eseridir.
O dönemlerde yakışıklılığı ve birazda çapkınlığı ile ün yapan genç belediye reisi gönlünü tescilli bir güzele kaptırır.
*- TÜRKİYE ve AVRUPA GÜZELİ
Bu kız, 1951 yılında yapılan güzellik yarışmasında Türkiye Güzeli, ardından 1952 yılında İtalya’nın Napoli kentinde düzenlenen yarışmada da Avrupa Güzeli seçilen Günseli Başar’dı.
O dönemlerin en popüler kişilerden biri olan Günseli Başar İzmir belediye reisinin de dikkatini çekmişti.
Nitekim Günseli Başar ve Faruk Tunca bir süre sonra 17 Mart 1958 yılında evlendi!
Subay olan babasının Diyarbakır görevi sırasında doğan Günseli Başar aslen baba tarafından Gürcü, anne tarafından Rumelilidir.
Günseli Başar yetişme tarzı, bilgisi, açık dünyaya görüşü ve beyniyle, aklıyla ile dikkat çeken bir güzellik kraliçesidir.
Güzellik yalnızca yüzde, bedende değil kadınların beyninde ve aklında olduğunu ortaya koyan çağdaş bir rol modeldi!
Günseli Başar bir yurt dışı seyahati sırasında uğradığı Brezilya’da, Rio de Jenerio’nun Copacabana sahillerinde gördüğü, adeta deniz dalgalarını andıran taş döşemelerinden çok etkilenmişti.
İzlenimini belediye reisi Faruk Tunca ile paylaşmasıyla Kordonboyu’nun da bu taşlarla döşenmesini sağlamıştır.
Kordon dalgalı taşlarıyla o gün, bugün oldukça cezbedicidir.
Hiç kuşkusuz en önemlisi ise, yedi düvele savaş meydanlarını dar etmiş, bilgelerin bilgesi, eşsiz askeri deha, eşsiz devlet adamı, ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te gönlünü İzmirli bir kıza Latife Hanıma kaptırmıştı!
Ali İhsan Erdenilgen’in notlarından öğrenildiğine göre; Kordon boyu caddesinin ilk taşlara ‘Napoli Taşı’ olarak bilinen siyah kup şeklinde taşlardı.
*- KOKU ÜZERİNE DEVAM EDELİM
Yazımın başında ter kokusundan söz etmiştim.
Şimdi yine Adnan Beyin notlarından yararlanarak, ‘koku hikayesini’ paylaşayım…
Mimar Vildan Hanımla İngiltere’yi ve ‘Avrupa vizelerini’ konuşmuş, yorumlar yapmıştık.
Şimdi kendisini İngiltere’ye götüreyim:
Bir zamanlar insanların çoğu özellikle İngiltere’de Haziran’da evleniyordu.
Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar,
Haziran’da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu.
Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.
Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu.
Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.
İngilizce’deki ‘banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın’ (Don’t throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.
*- EVLERİN ÇATISI!
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu.
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu.
İngilizce’deki ‘kedi-köpek yağıyor’ (It’s raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
*- NEREDEN ÇIKTI?
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.
Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
Zemin topraktı.
Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.
*- NE YAPIYORLARDI?
Bunları da Berrak Hanım için derledim:
‘Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı.
Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu.
Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı.
Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.
Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu.
Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı ‘thresh hold’ (saman tutan; Türkçesi eşik idi.
*- BÜYÜK BİR KAZANIN İÇİNDE
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu…
Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.
Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu.
Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.
Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.
‘Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük’ (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
*- BİLE BİLE LADES
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.
Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu.
Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.
Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.
Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu.
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında ‘tabak ağzı’ (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.
*- EKMEK HER ZAMAN GÜNDEMDEDİR
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.
İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu.
Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu.
Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu.
Buna ‘uyanma’ nöbeti deniyordu.
*- MEZARLIK NÖBETİ
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı.
Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir ‘kemik evi’ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.
Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.
Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı.
Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.
Buna mezarlık nöbeti (‘graveyard shift’) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur (‘saved by the bell’) bazıları da ‘ölü zilci’ (dead ringer) olurdu.
*- PİS KRALİÇE
Ortaçağda Avrupa’daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı.
Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı.
Kirlilik adeti Amerika’ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ‘banyo yapmayı yasaklayan’ ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı.
Philadelphia’ da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.
*- AH ŞU FRANSIZLAR
Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa’da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü.
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.
1600’lerde İstanbul’a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya’yaki bir konağa gönderilmişti.
19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim’e taşınmalarına izin verilmişti…