Vicdanı olmayanın vicdanı sızlar mı?
Bu soru artık felsefi olmaktan çok idari bir meseledir. Zira vicdan, çağımızda bir ahlak yetisi değil; duruma göre açılıp kapanan bir aksesuar haline gelmiştir.
Resmi günlerde takılır, kriz anlarında çıkarılır, çıkar çatışmalarında ise tamamen unutulur.
Taşlaşmış yürekler sanıldığı gibi duygusuz değildir. Aksine, fazlasıyla duyguludurlar; ancak yalnızca kendilerine karşı. Başkasının acısı onlar için bir istatistiktir.
Sayı büyüdükçe acı küçülür. Bir noktadan sonra insan, felaketlere üzülmeyi değil; felaketlere alışmayı “olgunluk” zanneder. İşte taş yürek dediğimiz şey, bu sahte olgunluğun diplomalı hâlidir.
Yalana batmış kalabalıklar, yalana kandıkları için değil; yalandan menfaat devşirdikleri için oradadır. Hakikat karmaşıktır, risklidir ve bedel ister.
Yalan ise pratiktir: Tek cümleliktir; slogan olur, bayrak olur. Hele bir de hazla süslenmişse…
O zaman yalan, artık bir ahlaksızlık değil; bir yaşam tarzı sayılır.
Hazzın batağında yaşayanlar sanıldığı kadar mutlu değildir. Onlar, mutsuzluğu hissetmemek için kendilerini sürekli uyaranlardır. Sürekli eğlenen toplumlar, çoğu zaman düşünmemek için eğlenir.
Özlemle yaşayanlarsa geçmişi bir sığınak gibi kullanır: Bugünü savunacak cesaretleri yoktur, geleceği kuracak takatleri ise hiç yoktur.
Şimdi soralım:
Böyle bir kalabalıkla adil bir dünya kurulabilir mi?
Elbette, ama yanlış yerden bakıyoruz.
Adalet bir vicdan kampanyası değildir. Toplumlar, ahlâk yükseldiğinde değil; cezasızlık sona erdiğinde toparlanır. Vicdan çağrıları, hala kalbi olanlara hitap eder.
Taşlaşmış yüreğe hitap eden şey ahlak değil; maliyettir.
Taş yüreklere dokunmak mümkün mü?
Evet. Ama duyguyla değil, sınırla.
Nasihatle değil, hesapla.
İyi niyetle değil, kaçınılmazlıkla.
Taş, gözyaşıyla yumuşamaz; basınçla çatlar. Hukuk kişiselleşmediğinde, adalet pazarlık konusu olmadığında, suç “ama”larla süslenmediğinde…
İşte o zaman bazı taşlar çatlamaya başlar. Vicdan geri gelir mi bilinmez; ama korku gelir.
Ve tarih bize şunu defalarca göstermiştir: Korku, vicdanın kötü ama işlevsel bir ikamesidir.
Adil bir dünya, herkesin iyi olmasıyla kurulmaz.
Adil bir dünya; kötülüğün örgütlenemediği, ödüllendirilmediği ve normalleştirilmediği bir düzendir. Ahlak kahramanlarıyla değil; sınırları net toplumlarla ayakta kalır.
Asıl mesele şudur:
Taş yürekleri sızlatmaya çalışırken, kendi yüreğini taşa çevirmemek. Çünkü bu çağ, vicdansızdan çok; vicdanını kaybetmiş aydın üretmiştir.
Susarak, gerekçelendirerek, “şimdi sırası değil” diyerek…
Dünya, taş yüreklerden kurtulmaz.
Ama belki bir gün, taş yüreklerin hüküm süremediği bir düzene uyanır.
YAZARIN SON YAZISI İÇİN TIKLAYIN: Anominin Üçgeni: Kural, Sapma ve Reçete
