Modern Doğu için “diriliş”, hem umut hem de yorgunluk ifadesidir. Bir yandan Batı karşısındaki gecikmişliğin telafisi olarak görülür; öte yandan kaybedilen geçmişin yasını tutmanın dolaylı bir yoludur. Bu yüzden “yeniden dirileceğiz” diyen toplum, aslında “ölmüştük” demektedir. Fakat kim öldürmüştür o eski benliği? Kim mezara koymuştur? Bu sorular genellikle sessizce geçilir — çünkü diriliş, sorgulamanın değil, inancın dilidir.
Modern çağda her ideolojik proje bir diriliş vaat eder. Cumhuriyet “milletin küllerinden doğuşu” olarak anlatılır; İslamcı hareketler “ümmetin yeniden dirilişi”ni ilan eder; milliyetçilik “tarihin şanlı sayfalarına dönüş”ü vaat eder; sol ise kendi versiyonunu yaratır: “halkın yeniden uyanışı.” Her biri kendi hakikatini bu kelimeyle kutsar. Böylece eski zuhur geleneği, modern ideolojilerin ortak diline dönüşür.
Bu dilin cazibesi hem acıya hem ümide aynı anda hitap etmesindedir. Diriliş, yıkımın içinden güç devşirir: “Yıkıldık ama ayağa kalkacağız.” Mağduriyet ile kudretin birleştiği bu retorik, Doğu’nun en sevdiği anlatı biçimidir — acıdan kimlik, yenilgiden gurur çıkaran bir hafıza ekonomisi. Burada diriliş bir fikir değil, bir duygunun adıdır: kendine acıyarak kendini büyütmek.
Zamanla bu anlatı, hafızanın estetiğine dönüşür. Tarih, bir düşünme alanı olmaktan çıkar; bir tapınak hâline gelir. Yıkıntılar korunur ama neden yıkıldığı konuşulmaz. “Biz bir zamanlar büyüktük” cümlesi bir yas kokusu taşır; fakat bu yas, hesaplaşmayı değil, kutsamayı doğurur. Geçmiş bir özür değil, bir hazineye dönüşür — ve yeniden diriliş, o hazineyi topraktan çıkarma törenidir.
Böylece diriliş, nostaljinin siyasallaşmış biçimi olur. Hafıza artık bir düşünme eylemi değil, bir iman alanıdır. Her iktidar kendi diriliş hikâyesini yazarken geçmişin yalnızca seçilmiş parçalarını diriltir: gurur, zafer, kudret. Yenilgiler, hatalar, adaletsizlikler ise mezarda kalır.
Diriliş söylemi, modern iktidarın duygusal ekonomisinde güçlü bir sermayedir. Umutsuzluğu yönlendirir, mağduriyeti örgütler. Toplum, “ölü olmadığını kanıtlama” tutkusuyla harekete geçirilir. Ama o hareket çoğu zaman bir döngüden ibarettir:
zuhur → yıkım → diriliş → yeni zuhur.
Her seferinde yeni bir doğuşun coşkusuyla aynı unutuş tekrarlanır.
Diriliş çağrıları halkı değil, çoğu zaman iktidarı diriltir. Çünkü dirilişin anlatıcısı kimse, sahibi de odur. Bir millet yeniden doğmaz; yalnızca bir dil yeniden kurulur. Ve bu dil, “Bir daha o eski hatalara dönmeyeceğiz” derken, o hataları yeni bir biçimde tekrarlar.
Belki de gerçek diriliş, unutarak değil, hatırlayarak mümkündür. Çünkü unutuş üzerine kurulan her yeniden doğuş, aslında ölü bir bilinci sürdürür. Tarih ancak yüzleşildiğinde canlanır; yüz çevrildiğinde donar. Doğu toplumları için asıl diriliş, mucizevî bir “dönüş” değil, kendine ayna tutabilme cesaretidir — zuhurun değil, sürekliliğin bilgisi; inancın değil, hatırlamanın dirilişi.
