Yetkisiz Sorumlular İş Güvenliği Uzmanları

Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’nın zirvesinde yer almaya devam ederken, her yeni iş kazası yalnızca can kaybı üzerinden tartışılmakta, asıl yapısal sorunlar gölgede bırakılarak, tartışılmamaktadır. Oysa sorunun kaynağı basit bir “önlem alınmadı” meselesi olmaktan ziyade, işverenin sorumluluklarını fiilen yerine getirmediği, kamu denetiminin etkisiz kaldığı ve iş güvenliği profesyonellerinin sembolik aktörlere dönüştürüldüğü bir sistemin ısrarla işletilmesidir. 2012 […]

Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’nın zirvesinde yer almaya devam ederken, her yeni iş kazası yalnızca can kaybı üzerinden tartışılmakta, asıl yapısal sorunlar gölgede bırakılarak, tartışılmamaktadır. Oysa sorunun kaynağı basit bir “önlem alınmadı” meselesi olmaktan ziyade, işverenin sorumluluklarını fiilen yerine getirmediği, kamu denetiminin etkisiz kaldığı ve iş güvenliği profesyonellerinin sembolik aktörlere dönüştürüldüğü bir sistemin ısrarla işletilmesidir.

2012 yılında yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, Avrupa Birliği normlarına uygun biçimde işveren sorumluluğunu merkeze alarak detaylı bir sorumluluk tanımı yapmıştır. Risk değerlendirmesi, çalışan eğitimi, işyeri ortam gözetimi gibi birçok konuda yükümlülük doğrudan işverene verilmiştir.

İş kazalarının temel sebepleri olarak öne çıkan “emniyetsiz davranış” ve “emniyetsiz ortam” gibi faktörler, çok uzun yıllardır bilinmesine rağmen sahada aynı tekrarlarla hızını kaybetmeksizin varlığını sürdürmektedir. Önümüzdeki tablo, Türkiye’de iş güvenliği politikasının sahadaki gerçek risklerle mücadele etmek yerine, belge üretmeye indirgenmiş yüzeysel bir simülasyondan ibaret olduğunu gösterir sayısız örneklerle dolmuştur. Denetimlerin göstermelik oluşu, yaptırımların caydırıcılıktan uzak olması ve işveren-sermaye lehine güçlendirilen yapısal tercihler, çalışanların korunmasına yönelik denge mekanizmalarını zayıflatmakta bu da yasanın sahada fiilen etkisiz kalmasına yol açmaktadır.

Mesele, her ne kadar 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu işverenin sorumluluğunu esas alıyor gibi görünse de, iş güvenliği uzmanı yasal olarak işverene bağlı çalışan bir pozisyonunda olması meselesidir. İş Güvenliği Uzmanı, ücretini işverenden alır, önerilerini işverene sunar ve yetkileri sınırlıdır, ciddi bir tehlike tespit ettiğinde işi durduramaz, yalnızca bildirir, onaylı deftere yazdığı tespit ve önerilerin çoğu, uygulanmadan öylece defterde kalabilir hatta onaylı deftere neyi nasıl yazacağı ile ilgili müdahelelerle başbaşa dahi kalır. Bu durum, uzmanı işyerindeki risklerin teknik sorumlusuna değil, adeta prosedürel bir “uyarı zili”ne indirgemektedir.

Üstelik bu sınırlı yetki yapısı içinde, iş güvenliği uzmanına “bakanlığa bildirim yapma yükümlülüğü” verilmesi, sistemin en ironik yönlerinden biridir. Sahada hiçbir yaptırım gücü tanınmayan, önerileri dikkate alınmasa da görevini “yerine getirmiş” sayılan bir uzmandan, aynı zamanda işverenin sorumsuz uygulamalarına karşı devleti haberdar etmesi beklenmektedir. Ne var ki bu bildirim yükümlülüğü, yasa koyucular tarafından tesis edilmiş bir şark kurnazlığından ibarettir. Çünkü mevzuat, bildirim yapmayan uzmana cezai sorumluluk öngörürken, bildirimin ardından işverenle yaşanacak çatışmanın doğuracağı mesleki sonuçlara karşı hiçbir güvence sunmamaktadır. Böylece sistem, uzmana hem “bağlılık” hem “denetleyicilik” rolünü aynı anda yükleyerek onu çıkmaz bir labirentle kuşatır. Bu da, iş güvenliği uzmanının ya işini kaybetmeyi göze alarak bildirimde bulunması ya da hukuki riskleri üstlenerek susması ikileminde bırakılması anlamına gelir. Oysa bu, ne bağımsızlıkla ne de gerçek bir iş sağlığı güvenliği kültürüyle bağdaşır.

Kimi durumlarda, uzmanların onaylı deftere ne yazacağına dahi doğrudan ya da dolaylı biçimde müdahale edilmektedir. Bu gerçeklik, iş güvenliği uzmanının teknik bağımsızlığını ortadan kaldırmakta, onun kurumsal bir paydaş değil, simgesel bir figür haline gelmesine neden olmaktadır. Ne var ki, bu yetkisizleştirme süreci kazayla sonuçlandığında, tüm dikkatler bir anda yeniden o sembolik figürün üzerine çevrilir. Sahada hiçbir yaptırım gücü tanınmayan, uyarıları çoğu zaman dikkate alınmayan iş güvenliği uzmanı, bir anda “neden engel olmadınız” sorularının muhatabı hâline gelir. Böylece sistem, uzmanı karar süreçlerinden dışlarken birde meydana gelen olumsuzluklarda onu sorumlu ilan ederek çelişkili bir rol dayatır. Yani, uzman, hem fiilen yetkisizdir hem de hukuken sorumlu tutulmaktadır. Bu çelişki, iş güvenliği sisteminin temel yapısal zafiyetidir. Uzmana sorumluluk tanımlanmış, ancak yetkisi sınırlandırılmıştır.

Türkiye’de iş güvenliği uzmanlarının ve çalışanların, tehlikeleri bildirmesini teşvik edecek kurumsal mekanizmalar yetersizdir. Etkin bir “kimlik gizliliğini koruyan” bildirim sistemi yoktur. Var olan kanallar da genellikle işverenin bilgisi dahilindedir. Bu, bilgilendireni açık hedef haline getirmekte ve bildirim kültürünü ortadan kaldırmaktadır. Oysa bir sistemin sahada işlemesi için önlemler kadar, doğruları dile getirenlerin güvence altına alınması da hayati önem taşır. Aksi halde sistem, susanı ödüllendiren konuşanı cezalandıran bir yapıya dönüşmektedir. Türkiye’de yaşanan da tam olarak budur. Bildiren kaybeder!

İş cinayetleri yalnızca teknik değil, politik bir meseledir. Ancak bu konu Türkiye’de siyasal gündemin merkezine de beklenen düzeyde girmemektedir. İktidar, işveren örgütlerinin baskısıyla iş sağlığı konusunu “maliyet” perspektifinde değerlendirirken, muhalefet de bu alanı çoğunlukla teknik bir detay olarak görmekte ya da tüm sorunlar içinde bu soruna yeterince yer vermemektedir. Halbu ki ülkemizde her gün her hafta hayatını kaybeden işçiler, bu sessizliğin doğrudan sonucu olarak yaşamlarını kaybetmektedir.

Giderek artan sorunlar giderek artan bir ihtiyaç ortaya koymaktadır. Türkiye’de bir İSG reformu gereklidir ve İSG reformu, yalnızca teknik değil, ahlaki ve vicdani bir sorumluluk olarak gündeme alınmalıdır.

Yapılması gereken aslında oldukça açıktır. İş güvenliği uzmanlarının işverene olan ekonomik bağımlılığı sona erdirilmeli ve bu meslek grubu kamu güvencesi altına alınmalıdır. Çünkü bağımsızlığı olmayan bir uzmanlık, ne işvereni denetleyebilir ne de işçiyi koruyabilir. İş Güvenliği Uzmanlarına, yalnızca rapor sunan bir figür değil, gerektiğinde üretimi durdurabilecek gerçek bir yetki tanınmalıdır. Ancak o zaman, iş kazaları karşısında etkili bir önleyici rol üstlenebilirler. Bunun yanı sıra, çalışanların ve ISG profesyonellerinin tehlikeleri çekinmeden bildirebileceği, isimleri gizli tutulan, teknik olarak korumalı ve güven veren bir bildirim sistemi kurulmalıdır. Böylece sorunlar, ancak birileri zarar gördükten sonra değil, öncesinde açığa çıkarılabilir.

Sonuç olarak, bağımsız ve yetkili bir iş güvenliği uzmanlığı hem işvereni hem çalışanı korur. Öneri sade ama etkilidir, yetkiyi verin, etkiyi görün.

Ömer Faruk ELBEK
Y. Maden Mühendisi
İş Güvenliği Uzmanı A

Ömer Faruk ELBEK

Exit mobile version