ŞEHİTLİK ve AYDINLIK…

Nutuk hakkında sonradan kimi itirazlar yapılmıştır bilirsiniz. Bunlardan biri de Halide Edib ile ilgilidir. Nutuk’ta yer alan bir mektup vardır ve Mustafa Kemal Paşa bu mektubu Halide Hanım’dan aldığını söylemektedir. Fakat Halide Hanım bunu kabul etmez. “Böyle bir mektubum yok!” diye itiraz eder. İşin dedikodu tarafını belki sonra konuşuruz fakat bu mektupta öteden beri ilgimi […]

Nutuk hakkında sonradan kimi itirazlar yapılmıştır bilirsiniz.

Bunlardan biri de Halide Edib ile ilgilidir.

Nutuk’ta yer alan bir mektup vardır ve Mustafa Kemal Paşa bu mektubu Halide Hanım’dan aldığını söylemektedir.

Fakat Halide Hanım bunu kabul etmez.

“Böyle bir mektubum yok!” diye itiraz eder.

İşin dedikodu tarafını belki sonra konuşuruz fakat bu mektupta öteden beri ilgimi çeken bir yer var ki kim yazmış olursa olsun son derece esir edici bir etkiyle okuyanı hemen kendine bağlar.

Nutuk’un ilk basımında 10 ağustos 1919 tarihli ve Halide Edib imzasıyla yayımlanan mektubun yazıya konu bölümü. “Muhterem efendim” hitabıyla başlayan mektubun bu kısmı taş baskı tekniğinde özel emek sarfedilerek altı çizili olarak basılmıştır.

“Hudûdunda bu kadar çok evlâdı ölen zavallı memleketimizin fikir ve çağdaşlaşma muharebesinde kaç tane şehidi var?”

 

Sahi bizim kaç şehidimiz var?

Sadece sınırlarımızda yatan şehitlerimiz yetmiyor mu bağımsız olmaya?

Şart mıdır fikir yolunda da birilerini kurban etmek?

 

 

“Din şehîd ister, âsüman (1) kurban;

Her zaman her tarafda kan, kan, kan!.”

                                               Tevfik Fikret

 

Peki ne kadar kan, ne kadar acı gerekiyor daha?

Kime bu kadar kurban?

 

Kan döküp savunduğumuz Çanakkale’yi ziyaret ederseniz lütfen dikkatle bakın. İngiliz anıtlarının bizimkilerden önce yapıldığını göreceksiniz.

 

Tabyalarımızın anahtarlarını kendi ellerimizle emperyalistlere vermeseydik, üzerinde ikbal uğruna tepindiğimiz şehitlerimize eğilip kulak kabartsaydık Sakarya’ya Dumlupınar’a binlerce yeni şehide gerek kalır mıydı?

 

Kendi ellerimizle katlettiğimiz Mumcu’ları, Kışlalı’ları, Türkan Saylan’ları dinleseydik en azından yaşatabilseydik yine bu günleri, bu acıları başımıza sarar mıydık?

 

Bu kana, acıya, şehide doymaz ahmaklığımızla daha ne kadar sınanacağız?

Ne kadar daha efsunlanmış gibi tapınacağız ona?

Ne zamana kadar taze analarımıza ilk loğusalığında musallat olan bu Kızıl Albıs’a(2) tahammül edeceğiz?

Bayraktaki bunca kızıl, bunca kan da mı yetmiyor bu arsız cadıyı göbeği düşmemiş bebelerimizden uzak tutmaya?

Eğer bugün şehitlerimizi anacaksak,

Eğer gerçekten bu kan, keder ve acı deryasından bunaldıysak, alt etmemiz gereken ilk şey işte bu, taşı çatlatan ahmaklığımız değil mi? Onu alıp karşımıza, bizden 4aldıklarını burnundan getirmedikçe sınırlarımızda da fikir yolunda da yeterince kurbanımız var diyebilir miyiz?

Türkan Saylan’ı anladığını sananların, divanelere dönüp ilahiler üfürdüğü bugün ve onlara karşı susup oturduğumuz her an, bu kana doymaz ilahın mihrabında diz çökmüş olmuyor muyuz?

Bu biçarelerle kol kola meşk ettiğimiz ayinlerden, Türkan kırmızısı rujun hakkı için bile olsa bir gün gelecek utanmayacak mıyız?

Uğur Mumcu’nun katledildiği gün Erdal’ın katillerinden medet, ikbal ve şöhret umanların dümen suyunda gitmek ileride dökeceğimiz gözyaşı deryasına şimdiden ve baştan ayağa gark olmak demek değil mi?

Daha kaç Türkan daha kaç Uğur daha kaç Mehmet yeter karnımızın sancıması için?

Daha kaç Kerem daha kaç Nazım ister sol yanımızdaki sefil nasır, acıması için?

Kendi çocuklarımızı kendi ellerimizle kızıl sunaklarda daha ne kadar kurban edeceğiz?

Kanlı ellerimizle ağıtlar yakıp kâh tütüp giden ruhlarına, kâh seğirerek sönen umutlarına daha ne kadar feryat edeceğiz?

Daha ne kadar katlanacağız bu yeri göğü tutan miskinliğimize?

…..

Bana sorarsanız dostlarım, okunacak bunca aydını olan bir halkın ölmeye de öldürülmeye de vakti yoktur. Şehitliği kadar aydınlığı da bol olan bu ülkede, eğer hala karanlıkta hissediyorsak kendimizi, gözlerimizi kapadığımızdandır.

Biz tarihe diyetimizi ödeyeli çok oldu.

Bu memleketin artık ahmaklık tanrısına verecek ne bir damla kanı, ne evladı var!

Şemsiyeleri ters çevirmiş,

Gözlere çöl tozu savurmuş olsa da bugün,

“Bu rüzgâr-ı bi medetin İnkılabı var!” (3)

 

  1. Asuman: Gök, sema
  2. Kızıl Albıs: Türk – Altay inanışında özellikle loğusalara musallat olan kötücül varlık. Cadı. Albasmasının nedeni olduğuna inanılır. Günümüzde loğusaların başlarına bağladıkları kırmızı kurdelenin ve ikram ettikleri kırmızı loğusa şerbetinin sebebi bu varlıktan korunmak içindir.
  3. Bu medetsiz/çaresiz bırakan rüzgârın inkılabı var. Lale Devrinin ünlü şairi Nedim’in bir dörtlüğünün son dizesidir. Büyük bestekar Lemi Atlı tarafından bestelenen dörtlük, bir dönemin yasaklı şarkılarındandır. Bunu da sonra konuşuruz.
  4. Ç harfinin Türk abecesindeki sıra numarası. Çerağ(ışık, kandil, aydınlık)’a atıf.
berkan mahlıçlı

Exit mobile version