*- MÜREBBİYENİN YERİNİ ALDI
Bir önceki yazımda ‘konaklardan’ söz etmiş, bir tarihi sefere çıkmıştık.
Avrupa ile Türkiye arasındaki benzerlikten söz etmiştim.
Gerek Hristiyanlıkta, gerekse İslam’da, hatta diğer dinlerdeki önemli bir benzerlikten söz etmiştim.
Hiçbir bina, bir santim bile olsa, mabetten daha büyük olamazdı!
Sanıyorum sadece bir orta ülkesindeki bir şehirde, uzun mücadele ve müzakerelerden sonra belediye binasının da klise ile aynı yükseklikte olmasına izin çıkmıştı.
İsmi karıştırmamak, yanlış yapmamak için yazmıyorum…
Bizdeki konaklardan ve günümüze kadar gelen değimlerden de söz etmiştim.
İlgi duyulmuş, çok olumlu tepki aldım..
Bu nedenle devamını yazmaya karar verdim.
Örneğin, ‘Kapılanmak!’ sözcüğü…
Zamanımızda da bu sözcük arkadaşlar arasında çok kullanılır.
Önceki yıllarda ise Konakta nesebden, sulbden olmayan, yani dışarıdan gelip görev alanlar için ‘kapılanmak’ tabiri kullanılırdı.
Bir güzellik ise, görevliler arasında evlenecekler olursa çeyiz işleri konak sahibi tarafından yapılırdı.
Yani dönemin zengini…
Şimdi öyle mi?
Bir fakir fukara çocuğa elbise, ayakkabı, ya da okul kıyafeti, kitap kalem silgi alınıyor, yanında beş altı kişi poz veriyor.
Biz buna kesinlikle karşı olduğumuz için bu sahte yardımsever ya da dernek yöneticilerinin bu tür görüntülerini de haberlerini de vermekten imtina edenlerdeniz.
‘Kapılanmak’ ya da ‘kulluk’ etmek isteyenlere de ‘Yolun açık olsun!’ diyerek kapıyı gösteriyoruz…
Ama resmi dairelere, belediyelere, kurumlara ‘kapılananlar’ o kadar çok ki?
Basit ama önemli;
Konakta mutfak asla ana bölümlere yakın olmazdı. Bunun sebebi mutfakta pişen yemek kokusunun mekâna yayılmasını engellemekti. Bu yüzden mutfak bahçenin bir köşesine yapılırdı.
Mutfağın ayrı yerde olması o konağın standart üstü ve yüksek sınıfa mensup bir yer olduğunun göstergesi idi.
Konağın ayrıca çamaşırhane, kilerhane ve pekmezhanesi, at ahırı (tavla) da dışarıda olurdu.
Peki vatandaş ne yapıyor?
Hâlâ birçok kırsal evlerde ve köylerde ‘ayak yolu’ olarak adlandırılan helâlar evin dışındadır.
Mahalle halkının ya da köylünün ortaklaşa kullandıkları fırınlar da, ahırlar da hep kule adı verilen evlerden uzaktadır.
*- ARAP BACI’LAR VARDI
O dönemlerde, konaklardaki haremdeki halk, öğrenim görmek için dışarı çıkmadıklarından ‘mürebbi’ denilen hocalar konağa gelerek burada talim yaptırırdı.
Yine konağın hareminde tatlı ve sevecen tavırlı, şefkat ve merhamet sahibi, konak sahibinin çocuklarını kendi çocuğu gibi seven, onlarla oyun oynayan, genellikle Habeş illerinden, Sudan, Somali ve Mısır’dan getirilen ‘dadı’ olarak adlandırılan siyah tenliler yer alırdı.
Bu dadılara konağın sahibi olan ‘Arap Bacı!’ diye hitap ederdi.
Şimdi ise dershaneler vardı.
Kapatıldı, bunlar özel okul oldu…
Ama yalnız hali vakti yerinde olanlar değil, ‘Çocuğumuz okusun’ diye düşünen herkes dişinden tırnağından arttırdıkları ile özel öğretmenler tutuyor, tutmaya çalışıyorlar…
*- KAPI HERKESE AÇIK
Yine çok önemli bir konuya değineyim:
Eski yıllarda konağın sahibinin kudreti ve zenginliği evinin kapısının fakir fukaraya ne kadar açık olduğuyla doğru orantılıydı.
Konağın kapısı özellikle Ramazan ayı boyunca otuz gün herkese açık olurdu.
Eğer Ramazan ayı yaza denk gelir ise konakların yerini yalılar alırdı. İftara gelmek isteyenler, davetsiz olarak gelebilme imkânı bulabiliyordu. Halk, bu şekilde hangi konağa ne kadar kişinin girip çıktığını görebilir ve halk arasında bu iftarlar konuşulurdu.
‘Dün falancanın konağında altmış kişi iftar etti’ denilerek o konağın hayırseverliği vurgulanırdı.
Yemeğin çeşitliliği de bu noktada önem arz ederdi.
Konaklarda yemek kültürü ve sofra zenginliğinin iki önemli ölçütü vardı: Birincisi yemek ve baharat çeşidinin fazlalığı, ikincisi ise etin bolluğuydu. Etin yağlı kısmı makbuldü.
Pilav sofrada mutlaka bulunurdu…
Ya şimdi?
Belediyeler olmasa, meydanlarda çadırlar kurulmasa bu gelenek unutulacak…
Fabrikatörler, sanayiciler, iş insanları, sözde hayırseverler, dernekler, odalar, şunlar bunlar bana göre ‘sözde’ iftar veriyorlar..
Kazançlarından ya da ceplerinden mi?
Hepsi senin benim paramla!
Yani üyeler sayesinde ya da gerçek yardımsever sıradan insanların katkılarıyla…
İnanın bırakan bir fakirin fukaranın karnını doyurmak, ya da orucunu bozmasına katkıda bulunmak bunlarda yok!
Şöyle bir düşünün, çevrenize, kentinize bakın…
Acı gerçeği göreceksiniz…
‘Körlerle sağırlar birbirini ağırlar!’ diye bir söz var ya, herhalde bu tipler için söylenmiştir…
Burada tekrarlıyorum:
Lütfen, gönlünüzden kopan bir miktarı mahalle bakkalınıza götürün ve alacak defterinden bir ihtiyaç sahibinin birkaç kuruş borcunu sildirin…
Bunun sevabı, herhalde sizi ‘Cennet!’ vaat edenlerden çok daha fazla olacaktır.
Unutmayalım; ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir!’
*- KUYRUĞU DİK TUTUN
Toplumumuzda hâlâ kullanılan ‘kuyruğunu dik tutmak!’ deyimi de Konak kültüründen gelmiştir. (Aynı tabir köpekler için de kullanılır)
Diğer bir zenginlik göstergesi konağın atları ve at arabalarıydı.
Atların cins olarak en makbulü şüphesiz ‘Arap’ atlarıydı.
Arap atlarının en önemli özelliklerinden birisi koşarken kuyruğunu yukarı kaldırmasıydı ki, belirttiğim gibi toplumumuzda hâlâ kullanılan ‘kuyruğunu dik tutmak’ deyimi de buradan gelmiştir.
Arabanın tipi çok önemliydi.
Landonlar-faytonlar, kupalar…
Şimdi ise bu sevdanın yerini ‘motorlu arabalar’ yani otomobiller aldı.
Bir yeni nesil lüks aracın ne kadar meraklısı olduğunu bilmeyenimiz var mı?
İlginç olan şu:
Tanzimat’a kadar at arabasına erkekler binmezdi.
Bu dönemle beraber erkekler de at arabalarına rağbet etmeye başladılar. Devletin, ölen devlet adamının mallarına el koyması (müsaderede) durumunda, ilk olarak kaç atının olduğuna bakılırdı.
Rüstem Paşa’nın veresesinde/terekesinde binlerce at, yüzlerce gümüş eğer ve üzengi ile altın kaplama at başlığı çıkmıştır.
Şimdi ise yatlar, katlar, gemiler öne çıkıyor…
*- ÇİÇEKLERİN ANLAMI
Yine söylemeden geçemeyeceğim:
Konak hayatında bahçenin görünen kısmında peyzaj olarak mutlaka kokulu çiçekler bulunurdu.
İlk sırayı Allah’ı temsil eden lale ve çeşitleri, ikinci sırayı ise Peygamber’in sembolü olan gül ve çeşitleri alırdı.
Konağın efendisinin eğer bir tarikata mensubiyeti varsa o tarikatın çiçeği de bahçede mutlaka yerini alırdı.
Örneğin konağın efendisi H,tarikatına intisap etti ise, sümbül onun için değişmez çiçek olurdu.
Gecenin kokusu şebboy, leylak, mor salkım, aşkın çiçeği karanfil de eski konak bahçelerinin kokulu çiçeklerindendi.
Yani; tarikatlar hep öne çıkıyordu, bugün olduğu gibi o zamanlarda da…
Bazı siyasilerin neden tarikatlara arka çıktığının nedenini bilmem anlatabildim mi?
Şimdi ‘el ayak öpme devri’ var, bazıları için…
Şimdi güller ya da çiçekler ve renkleri çok değişik anlamlarda kullanılıyor.
Yani vazgeçilmezlerimizdir, bizim için çiçekler…
Daha çok örnek var ama şimdilik bu kadar…
*- DEMOKRASİ REFAHI ARTTIRIR
Sevgili okuyucularım:
Ekonominin güçlenmesi, birkaç kişinin veya bir zümrenin zenginliği ile değil, çarşı pazardaki bereketle ölçülür.
Bu da ancak demokrasi ile mümkündür.
Demokrasi varsa o kentin ürettiği refah adil bir şekilde paylaşılır, değil mi?
Son zamanlarda durum böyle mi?
Çok sayıda çalışan için öğle yemeğini bir lokantada yemek bile artık lüks. Evden işe taşınan sefer tasları her geçen gün artıyor.
Hem artan maliyetler hem de azalan müşteri nedeniyle esnaf iki kere zarar ediyor.
Gün geliyor, siftah yapamıyor, kepenk indiriyor.
Bu söylediklerimi bilmeyen, duymayan, görmeyen var mı?
Tabii ki bu durum vicdan sahibi herkesin içini kan ağlatıyor.
Hepimizin isteği dileği nedir?
Bir kentin, bu memleketin ürettiği refah sadece birilerinin zenginleşmesine yaramamalı!
Demokrasinin ileri olduğu ülkelerde ne yapılır?
Kentin ürettiği refah adil bir şekilde paylaşılır.
Ve refah herkese yeter.
Demokrasi olmadan zenginleşmek de mümkün.
Ama demokrasi varsa herkes adil bir şekilde üretilen refahtan payını alır.
İşin özeti bu…
Bunlar Pazar günü Zekeriya Mutlu’nun tekrar Esnaf ve Sanatkarlar Birliği Başkanlığına tekrar seçildiği gün konuşuldu.
Ve şöyle denildi:
*- DEMOKRASİNİN TEMEL DİREKLERİ
‘Demokrasinin dört temel direği var.
Birincisi doğamızla uyum, ikincisi geçmişimizle uyum, üçüncüsü değişimle uyum, dördüncüsü de birbirimizle uyum.
Doğamızla uyum, parçası olduğumuz doğaya sahip çıkmak demek. Geçmişimizle uyum ise eğer geçmişimizi bilmiyorsak bir gelecek inşa edemeyiz demek.
Eğitim, teknoloji, e-ticaret…
Bunların hepsi değişim demek.
İşte bunu yakalamak gerek.
Son olarak birbirimizle uyum…
Düğün gibi yapılan toplantılar, demokrasi şöleni şeklinde geçen etkinlikler bizleri heyecanlandırır.
Bizi birbirimizden ayıran sebeplerden çok birleştiren sebeplere odaklanmak gerek.
Bunu yapanlar kazanır.
Kalite yükselir.
*- İZMİR’İN DÖRTTE BİRİ
Başkan Zekeriya Mutlu da bakın ne diyor?
‘Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği, İzmir nüfusunun dörtte biri ile doğrudan bağlantısı olan bir birlik.
Pandemi, deprem ve tsunamiyle karşılaştık.
Neye uğradığımıza şaşırdık, ezberimiz bozuldu.
Kısıtlamalar, kapanmalar başladı.
İnsanlar, canı ile ekmeği arasında kaldı.
Hammadde sıkıntısı başladı.
Esnaf bu dönemde çok büyük zarar etti…