Papa Françis’in vefatının ardından Vatikan’dan gelen o kısa, anlamlı bildiri, dünya manşetlerine taşındı; “Ardında hiçbir kişisel servet bırakmadı.” [1] Bu açıklama, şaşkınlık dolu başlıklar, övgü ve hatta kimi çevrelerde Papa’yı asrın mütevazısı ilan eden haberlerle karşılandı. Oysa asıl durulması gereken nokta, bir papanın servetinin olmaması değil, bulunması olmalıydı. Katolik Kanon Hukuku’na göre [2], Papa, seçildiği an itibarıyla dünyevi mülkten bağımsız bir emanetçidir. Görev süresince edindiği her şey makama aittir; ölümüyle tüm mal varlığı, Papalık Hazinesine devrolur. Dolayısıyla, Françis’in ardında kişisel bir servet bırakmaması değil, bırakması şaşırtıcı olmalıydı.
Peki, Papa’nın bu kişisel mülksüzlüğü, Vatikan’ın o tevazudan yoksun, gösterişli ve şaşaalı görüntüsü yanında bir anlam ifade eder mi?
Cevap, maalesef, hayır. Kişisel mülksüzlük bir erdemdir, ancak bu erdem, kurumun şaşaasına dönük açık bir itirazla birleşmediğinde, estetik bir işaret, görüntü olmaktan öteye geçemez. Şatafatı hedef almayan bir mülksüzlük, tıpkı oda spreyi gibi, yalnızca kokuyu bastırır; duvardaki küfü temizlemez. Bu gibi durumlarda, görünen mütevazılık, kurumsal şatafatı azaltmak yerine onu daha da belirginleştirir.
Aslında dinsel yaklaşımlar ve tezahürlerinde ortaya çıkan büyük çelişkiyi görmek için Roma’ya gitmek de gerekmemekte. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı örneği benzer bir tabloyu sergilemiyor mu? Kurumun üst yönetimi, son yıllarda zırhlı makam araçları [3], yüksek maaş ve protokol ayrıcalıkları, gösterişli konutlar ve büyüyen bütçelerle [4] devamlı gündemde. Ama aynı dönemde, aynı çevrelerden yükselen “israf haramdır” sözleri de hiç kesilmemekte.
Dinler, insana fanilik karşısında umut, yalnızlık karşısında teselli ve hayatın ağırlığı karşısında anlam sundu. Ortak çağrı ise hep aynıydı. Dünya malına bağlanmadan yaşamak! Bugün görünen o ki, bu çağrı unutulmuş, sahiciliğini kaybetmiş ve giderek, inanç samimi bir arayış olmaktan çıkmıştır. İbadet artık bir sahneye, tevazudan kopmuş bir ritüele dönüşmüş ve din, dünyevi iktidarın aracı haline gelmiştir. İşte tam da burada, kişisel erdem ile kurumsal düzen arasındaki fark açığa çıkmaktadır. Kişisel mülksüzlük görüntüsü, şaşaanın kendisini hedef alan somut bir değiştirme iradesiyle buluşmadıkça, gerçek bir tavır olarak algılanamaz.
Bugün o meşhur “Papa’nın serveti yoktu” cümlesi, karşımızda bir ayna gibi duruyor. Aynada görünen, katafalkın üzerinde duran Papa’nın yıpranmış pabuçlarıdır. Yürünmüş bir hayatın, çamurlu yolların, gösterişsizliğin izini taşıyan pabuçlar… Fakat bu görüntü, Vatikan’ın mermer koridorları ve törensel parıltısıyla yan yana geldiğinde, sahici bir tavrın değil, daha çok simgesel bir sahnelemenin dekoruna dönüşüyor. Keşke bu mülksüzlük, kurumun gösterişli yapısına, protokolün ihtişamına, bankalarla kurulan finans ilişkilerine ve biriken zenginleşme düzenine dair de açık bir sözle buluşsaydı. İşte o zaman o pabuçlar, yalnız yürünmüş yolu değil, değiştirilmeye niyet edilen bir düzeni de göstermiş olurdu. Şeffaf envanter, denetime açık bütçe, protokolün asgari temsile çekilmesi, sosyal harcamanın görünür biçimde güçlenmesi… Bunlar olmadan, pabuçlar vitrinde kalıyor, mülksüzlük bir tavırdan çok temsilî bir süse dönüşüyor.
Ömer Faruk ELBEK
YORUMLAR