Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Müjdat Çalış
Müjdat Çalış

Aidiyetin Tarihsel Evrimi ve Zekânın İhaneti

İnsan yalnızca düşünen değil; ait olan bir varlıktır. Kendini anlamanın ilk yolu, bir topluluğa dâhil olmaktır. Klan, kabile, ümmet, millet…Bu kelimeler, insanın varoluşsal yalnızlığını aşmak için kurduğu sosyal köprülerin adlarıdır. Her biri, bir çağın güvenlik, inanç ve üretim biçimine denk düşer; ama hiçbiri sonsuz değildir. Yine de insanlık, bu biçimlerden birinde uzun süre kalmakta ısrar eder. Çünkü aidiyet sadece bir bağ değil, aynı zamanda bir çıkar alanıdır.

Toplumlar bir aşamadan diğerine geçerken hiçbir zaman gönüllü davranmaz. Her örgütlenme biçimi bir iktidar düzeni yaratır — ve o düzenin içinde kalmak birilerinin işine gelir. Bu yüzden klan çözülürken yaşlılar, ümmet dağılırken ulema, millet zayıflarken seçkinler direnir. Direnmenin ideolojisi “sadakat”, ahlakı “bağlılık”, zekâ biçimi ise stratejik muhafazakârlıktır. İnsanlık tarihi, ilerlemenin değil; bu direncin aşılmasıyla ilerlemiştir.

Klan, doğa karşısında güvenliğin simgesiydi. Ama güvenlik zamanla imtiyazın biçimine dönüştü. Soy, yalnızca kanla değil, hakla da ayrıcalıklı sayılmaya başladı. Zekâ burada alışkanlığın zekâsıdır: yeniliğe değil, tanıdık olana yönelir. Kabilede bu alışkanlık ekonomik çıkarın zeminine oturdu. Kabile reisi artık paylaşımın değil, payın bekçisiydi. Zekâ, ittifak kurma becerisine, yani “sosyoteknik akla” dönüştü: sadakat, rasyonelliğin yerine geçti.

Ümmet aşamasında kanın yerini inanç aldı. Bu, insanlık tarihinde büyük bir sıçramaydı: biyolojik kardeşliğin yerini anlam kardeşliği aldı. Ama inanç da hızla iktidarın dili hâline geldi. Tanrı’ya yönelen zihin, Tanrı adına konuşanların hizmetine girdi. Burada çıkar, maddi olmaktan çok semboliktir: meşruiyet, kutsiyet, temsil gücü. Zekâ artık düşünmez, tevil eder. Ümmetçilikte direnmek, Tanrı’yı değil, Tanrı adına konuşma hakkını korumaktır.

Modern çağ, bu zinciri kıracağını ilan etti. Tanrı’nın yerine insanı, inancın yerine aklı koydu. Ama akıl da kısa sürede çıkarın hizmetine girdi. Millet, modernliğin dünyevi ümmetidir; kutsalın yerine tarih, vahyin yerine kültür geçti. Fakat bu yeni form da kendi putunu yarattı: ulus, bir kimlikten çok bir dayatma biçimi oldu. Milliyetçilik, özgürlük vaadiyle doğdu ama çoğu kez yeni bir yabancı düşmanlığı üretti. Ulus-devlet, halkın dayanışması gibi görünürken, sermayenin ve bürokrasinin rasyonel çıkar düzenine dönüştü. Zekâ burada teknikleşti; yurttaşın bilincinden çok, devletin mühendisliğine hizmet etti. Bugün klan, kabile, ümmet ve millet biçimleri farklı maskelerle hâlâ yaşıyor. 

Her biri çağın değişimini kendi çıkar alanı kadar kabul ediyor. Ancak artık bilgi, iletişim ve üretim ağları insanlığı ortak bir kader içinde birleştiriyor. Bu yeni aşamada zekâ, manipülasyonun değil farkındalığın aracı olmak zorunda. Gerçek akıl, geçmişe direnmekte değil; geçmişi anlamlı kılacak yeni biçimleri kurmakta yatıyor. Aidiyet artık bir yere ait olma değil, bir bilinç düzeyine ait olma hâline dönüşüyor. Fakat tam da bu noktada zekâ, kendi ihanetini sergiliyor. Zekâ, insanın doğaya karşı kullandığı en eski silahtı; ama zamanla yönü değişti. Artık doğaya değil, insana doğrultuluyor. Bir zamanlar düşüncenin özgürlüğünü savunan akıl, bugün düzenin ve çıkarın bekçisi. Bilgi bolluğu içinde bilinç kıtlığı yaşanıyor; düşünme, yaratmak yerine savunmak için kullanılıyor. Korkunun hizmetine giren bir zekâ, kendi kökenine ihanet ediyor.

İlk ihanet güvenliğe tapınmayla başladı. Zekâ, bilinmeyeni tehdit saydı; alışkanlığı bilgelik kıldı. Yeniliği tehlike, tekrarı sığınak gördü. Sonra kutsalın çağı geldi; inanç, aklı bastırmadı ama meşrulaştırdı. Tanrı adına konuşmak, düşünmenin yerini aldı. Zekâ, sorgulamayı günah sayarak dogmayı mantıkla süsledi. Modern çağda bu eğilim daha incelikli hâle geldi: Tanrı’nın yerine çıkar, vahyin yerine fayda geçti. Rasyonalite, adaletin değil; çıkarın geometrisi oldu. Zekâ artık “ne doğrudur?” diye değil, “ne işe yarar?” diye soruyor. Ve insan, bu pragmatik aklın içinde yavaşça özgürlüğünü kaybediyor.

Bugün “bilgi çağı” denilen şey, aslında zekânın en rafine ihanetidir. İnsan, algoritmaların cemaatinde, dijital ümmetlerin kabile ruhu içinde yeniden ilkel bir aidiyete sığınıyor. Bilgi özgürleştirmiyor; gözetimin ve yönlendirmenin aracına dönüşüyor. Zekâ, insanı çözmek yerine pazarlıyor; düşünce, anlam üretmek yerine verim ölçüyor. Artık herkes akıllı, ama kimse derin düşünmüyor. Bilgi anlamın yerini aldı; yorum tepkiye, eleştiri ironik bir jest olmaya indirgendi. Her şeyle alay eden ama hiçbir şeyi değiştiremeyen bir zihin biçimi hâkim: kendine gülen, ama kendi zincirlerini kıramayan bir zekâ türü.

Oysa zekânın ihaneti onun bitişi değildir. Belki de bu ihanet, yeniden doğuşun koşuludur. Çünkü her ihanet bir aydınlanmanın eşiğidir. Aklın bugünkü yozlaşması, yeni bir akıl biçimini çağırıyor: etik bir zekâyı. İktidarın değil vicdanın, çıkarın değil anlamın zekâsı. Zekâ yalnızca çözüm üretmek değil; doğru soruyu sormaktır. Ve insanlığın en yakıcı sorusu hâlâ aynı: Aklımız kimin hizmetinde?

Belki de kurtuluş, zekâyı yeniden insana döndürmekte değil; insanı yeniden kendi aklının efendisi kılmakta gizlidir. Gerçek akıl, düzeni koruyan değil; düzenin kimin işine yaradığını fark eden akıldır. Ve o farkındalık başladığında, hem aidiyetin zinciri hem de zekânın ihaneti sona erer.

Müjdat Çalış

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

one × 3 =

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

TÜMÜ