DOLAR 32,4504 -0.15%
EURO 34,8290 -0.66%
ALTIN
BITCOIN 20770991,43%
İzmir
18°

AÇIK

Can Baydarol

Can Baydarol

28 Nisan 2024 Pazar

ŞİMŞEK YENİ DERVİŞ Mİ?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

2000 ekonomik krizinde kurtarıcı olarak merhum Kemal Derviş apar topar Dünya Bankası görevinden ayrılıp Türkiye’ye gelmişti. Derviş reformları Türkiye ekonomisini düzlüğe çıkartırken, o gün için yeni, bugün için yeniden elzem olan “yapısal reformlar” kavramını tartışmaya başlamıştık. Kavramın içi dolmaya başladıkça, Derviş’in sadece bir birey olarak ekonomideki varlığının ötesinde, yeni bir koalisyon ortağı olduğu algısı da giderek yerleşir hale geliyordu.

Hatırlayalım, dönemin DSP, ANAP, MHP koalisyonu başta idam cezasının kaldırılması olmak üzere 4 Ağustos 2002 tarihinde çok önemli hukuk reformlarına imza atarak Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerinin önünü açarken, hemen ardından MHP’nin erken seçim talebi ile koalisyona son vermesi, 2002 Kasım ayının hemen başındaki seçimlerle Türkiye’nin yeni bir siyasi iklimle tanışmasına da neden oluyordu. Diğer ifadesi ile MHP Derviş’i ve altında kendi imzası olsa bile yapısal reformları sevmemişti.

Geçtiğimiz hafta içinde AKP’ye yakınlığı ile bilinen Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi önemli bir yazı yazdı. Yazı mealen üç adamı içerde tutmanın Türkiye’ye maliyetini tartışmaya açar nitelikteydi. Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları hiçe sayılarak ceza evlerinde tutuklu olmaya devam ettiği sürece, Türkiye’nin hukukun üstünlüğüne saygılı devlet algısını yerleştirmesi mümkün değil. Hukukun üstünlüğüne saygılı olmayan bir devletin de yatırımcılar için cazip ülke olma imkanı yok.

Doğal olarak Selvi’nin yazısına sert tepkiler MHP kanadından geldi.

Bu tartışmalar olurken, Demirtaş davasının karar duruşmasının Mayıs ayının sonlarına ertelenmesi, ister istemez “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Mayıs 2024’de yapılması beklenen ABD ziyaretinin sonuçlarına göre bir karar mı çıkacak?” sorusunun sorulmasına da yol açtı.

Maliye ve Hazine Bakanı Şimşek ABD ziyaretinden eli ne kadar dolu döner bilinmez ama, Dünya bankası’ndan gelen ve gelmesi beklenen kredilerin proje kredisi olacağı, IMF’den “izlediğiniz yol doğru, bizle anlaşsaydınız da aynı yolu izlemenizi beklerdik!” övgüsünün dışında bir para bulamadığı aşikar. Gizli bir IMF anlaşması yapıldı mı? Erdoğan’ın bu konudaki hassasiyetleri düşünüldüğünde şimdilik pek olası gözükmüyor.

Peki yabancı yatırımcıyı Türkiye’ye çekmek için olası yapılacaklar listesini nasıl sıralamak gerekiyor?

Herhalde sıcak parayı hemen çekebilmek için öncelikle Merkez bankası’nın faiz oranlarını enflasyonun üstüne çekmesi gerekiyor. Şu andaki faiz oranları pek de inanırlığı olmayan TÜİK enflasyon oranının bile çok altında.

Aynı şekilde ciddi bir devalüasyona da ihtiyaç var. Söylemekten utanıyorum ama Türk Lirası hala çok değerli ve bu durum ihracat ve beklenen turizm gelirlerini çok kötü etkiliyor. Mevcut görüntünün devam etmesi halinde Türkiye’ye sıcak para girişini beklemek maalesef hayal.

Sıcak paranın dışında olan ve esas beklenen kalıcı yatırımlar için ise, yukarıda bahsetmeye çalıştığımız yapısal reformların hızla hayata geçirilmesi şart. Özellikle maalesef en fazla itibar erozyonuna uğrayan hakim ve savcı meslek gurubunun hızla özgürlüklerine kavuşturulmaları, siyasi otoritenin iradesine göre değil, hukukun öngördüğü şekilde karar verir hale getirilmesi gerekiyor. Yargıtay başkanının hala seçilememiş olması, hukuk işlerinde siyasetin ne kadar rol oynadığı gerçeğini artık bizlere sorgulatmamalı.

Yerel seçimler sırasında tarafgir tutumu nedeni ile prestij kaybına uğrayan, ancak emeklilere seçim rüşveti verilmesini engelleyerek Cumhur cephesinde seçim hezimetine yol açtığı iddia edilen Şimşek, yukarıdan engellenmeden bu adımları atma cesaretini gösterirse, zamanında DSP, ANAP, MHP koalisyonunun bozulmasına neden olan Derviş’in oynadığı rolün benzerine yol açar mı? Göreceğiz.

Bu arada Özgür Özel’in Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde yaptığı konuşmada AB tam üyeliği vurgusunu yapması, yılların ardından CHP’nin AB’yi hatırlaması adına umut verici oldu.

17, 18 Nisan 2024 günleri gerçekleştirilen AB Zirvesi sonuç bildirisi Dışişleri Bakanlığımızın tepkilerine rağmen “Türkiye ile olumlu ve istikrarlı bir yakınlaşma” niyetinin altını çizdi. Ancak bu yakınlaşmanın “aşamalı, orantılı ve geriye döndürülebilir” nitelikte olacağı da vurgulandı.

Kanaatimce hukukun üstünlüğünü sağlayabildiğimiz ölçüde ilişkilerimizi yeniden tam üyelik perspektifine oturtmak kolay olmasa da imkansız değil.

Ümit etmeye ve izlemeye devam…

Devamını Oku

MAYIN TARLASINDA TATİL

0

BEĞENDİM

ABONE OL

9 günlük tatilin ardından yazı yazmak zordur. Ne de olsa 9 günlük rehavet ortamı içinde yazılacak fazla malzeme olmaz, rutin trafik kazaları, son zamanlarda rutin hale gelen hayat pahalılığı, tatil yörelerinin doluluğu, vs. gibi konularla satırları doldurmaya çaba gösterirsiniz.

Peki bu 9 gün de böyle mi geçti? Kesinlikle hayır.

Önce Antalya’daki teleferik kazasına tanıklık ettik. Kimin ihmalidir, şu an için tam olarak kestirilememekle birlikte, kazanın ucuz atlatıldığını, 1 can kaybı ve 10 kadar yaralının dışında kabinlerde mahsur kalan 174 kişinin tamamının kurtarılmasını, heyecanlı bir aksiyon filmi seyredermişçesine izleyerek gördük. Kurtarma operasyonuna katılan bütün ekiplerle gurur duyduğumuzu da belirtmeden geçmeyelim.

Tatil dönüşlerinin başladığı ya da devam ettiği saatlerde ise, İran’ın İsrail’e ölçülü misillemesi diyebileceğimiz saldırılarını izledik. Umarız İranlı yetkililerin de beyan ettiği şekilde bu saldırı yeni tırmanmalara yol açmaz ve savaş Ortadoğu’nun bütününü kapsayacak şekilde yayılmaz. Bugüne kadar izlediğimiz vekalet savaşlarına devletler resmen taraf olmaz.

Savaş yayılır mı? Şu an için başta ABD ve İran olmak üzere süreçte ağırlığı olan tarafların bunu istemedikleri aşikar. Peki ya İsrail? Kestirmesi zor.

Peki ya Türkiye’nin durumu? Kesinlikle barışın tarafı olmak zorundayız. Mevcut görünüm altında İran’ın yanında ya da İsrail’in yanında yer almak ulusal çıkarlarımız açısından kabul edilebilir bir tutum olamaz. Ne Gazze’deki katliamın suçlusu İsrail ne de Azerbaycan Ermenistan savaşında açıkça Ermenistan’ın yanında yer alan ve Zengezur koridorunun açılmasına şiddetle karşı çıkan İran’ı dostumuz olarak addedemeyiz. Her ne kadar müttefiki olduğumuz NATO’nun önemli ülkeleri İsrail’e destek mesajları veriyor olsa bile benzeri bir mesajı vermemiz herhalde sözkonusu olmayacaktır. Özellikle İsrail ile ticaretimizi kısıtlama noktasına bizi sürükleyen ülke içi tepkiler dikkate alındığında, hükümetimizin olası bütün baskılara karşı bu yola gitmeyeceği de aşikardır.

Olası baskılar demişken yakın gelecekteki iki önemli gelişmenin önemine dikkat çekmek de gerekiyor.

Bunlardan birincisi Türkiye AB ilişkilerinin geleceğine yönelik AB Zirvesi. Daha önce Aralık 2023 Zirvesinde Türkiye konusunun Mart 2024 Zirvesinde kapsamlı şekilde ele alınacağı belirtilmiş, ancak büyük olasılıkla 31 Mart yerel seçimleri öncesinde Erdoğan’a kullanabileceği bir malzeme vermemek için, sözkonusu Zirve’de Türkiye ile ilgili olarak tek kelimeye dahi yer verilmemişti. Türkiye konusu büyük olasılıkla içinde bulunduğumuz ay masaya yatırılacak ve kademeli, koşula bağlı ve geriye çekilebilir iyileştirmeler gündeme gelecek. Özellikle “koşula bağlı ve geriye çekilebilir” kavramları ne tür baskılarla karşılaşabileceğimizi ister istemez düşündürüyor.

İkincisi ise Erdoğan’ın Biden tarafından davet edilmesi. Bütün görüşme taleplerine rağmen sürekli reddedilen ve Biden döneminde ilk defa Mayıs ayında ABD’ye gidecek olan Erdoğan’ın ziyaretinin ardından tablo biraz daha netlik kazanacak. Özellikle giderek kaotik hale gelen Ortadoğu bilmecesinde Türkiye’nin ne tür roller üstleneceğini, ABD ile müttefik olarak mı? yoksa karşı cephelerde mi yer alacağımızı daha iyi anlayacağız. ABD’nin kontrolü altında olan Dünya Bankası’ndan ve belki de IMF’den para beklediğimiz dikkate alındığında, “ABD’nin olası baskılarından ne kadar kaçınabiliriz?” bilemiyoruz. 

Doğal olarak dış politika gündemimizin yanı sıra iç politikada da hareketli günler bizi bekliyor. Özellikle TBMM’nin açılması ile birlikte gündeme taşınacak olan “Anayasa değişikliği” meselesi ile önümüzdeki hafta boyunca çeşitli senaryolara tanıklık edeceğiz. Meral Akşener’e “partini bırakma!” telkinlerinde bulunan başta Devlet Bahçeli olmak üzere iktidar mensuplarının Akşener sevdası ile Anayasa değişikliği arasında kurulan illiyet rabıtası sürekli zihinlerimizi meşgul edecek.

Evet aksiyonu bol uzun tatil bitti.

Şimdi daha heyecanlı günler bizi bekliyor.

Ben 1 Nisan 2024 itibarı ile enseyi karartmaktan vaz geçtim, haberiniz olsun…

Devamını Oku

SON DÜZLÜK

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Öncelikle son yazımda  eksik kalan bir noktanın altını çizerek özür dilemek istiyorum.

Trabzonspor Fenerbahçe maçı biter bitmez televizyonu kapatıp, yazımı da ertesi sabah olan bitenden habersiz yazdığım için, maç sonundaki olayları doğal olarak atlamışım. Trabzonda olan bitenin kabul edilebilir hiç bir yanı gayet tabi ki yok. Esasen yıllarca süren ötekileştirmenin sonuçlarından bir tanesine Türkiye olarak tanıklık ettik, saha içindeki vandalizme kimse kılıf uyduramaz.

Peki Trabzonspor’a ve olaylara karışan Fenerbahçeli bazı oyunculara verilecek olası cezalar  ne zaman açıklanacak? TFF “görülen lüzum üzerine” gerekçesiyle Nisan ayının ilk haftasına erteler mi? Yoksa bir babayiğitlik gösterip içinde bulunduğumuz hafta cezaları açıklar mı?

İyi hatırlıyorum, yine olaylı bir Trabzonspor Fenerbahçe maçı sonrası, o sırada Başbakan olan Erdoğan Trabzonspor aleyhine tavır almış, yanlış hatırlamıyorsam Trabzon sahası bir kaç maç kapatılmıştı.

İyi hatırlıyorum dememin sebebi, cezanın açıkmanmasının hemen ardından Trabzon’da bir konferansım vardı ve Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği son durumu anlatıyordum. Soru cevap kısmına geçtiğimizde, Trabzonlu bir dinleyici: “Hocam benim anladığım, biz AB üyesi olsaydık, cezayı biz değil, Fenerbahçe alırdı, doğru anlamışım değil mi?” sorusunu yöneltti. Sıkı bir Galatasaraylı olan bendeniz de: “Çok doğru anlamışsınız!” diye cevapladım. Kopan alkışı hala hatırlıyorum. Hemen ardından yapılan yerel seçimlerde, CHP tarihinde ilk defa Trabzon belediye başkanlığını kazanmıştı.

Tam seçimler öncesinde son düzlüğe girilirken, sevimsiz “cezalar”ın verilmesi ya da verilememesi, “futbol asla futbol değildir!” cümlesini kanıtlar şekilde siyasi sonuçlar doğuracak bir olgudur.

Yine son düzlüğe girilirken, emeklilerin seyyanen zam beklentilerinin karşılanmamış olması da önemli siyasi sonuçlara yol açabilir. Kasap et derdinde, koyun can derdinde misali, klasik beka argümanlarına karşı, Nas kaynaklı ekonomik argümanların daha fazla taraftar topladığı bir gerçek. Son olarak Merkez Bankası’nın politika faizini 500 baz puan artırması, Erdoğan yönetiminin başarısızlığının bir kanıtı gibi. Haydi doğrusunu söyleyelim, Şimşek yönetimi adı konmamış bir IMF programı yürütüyor. İşin içinde IMF olsa, hiç olmazsa az da olsa para gelecekti ama “inat ettim bir kere!” ile gerçekler örtüşmüyor.

Emeklilerle ilgili olarak, “onlar geçmiş dönemin çalışanlarıydı, dolayısıyla zaten bize oy vermiyorlardı, bizim işe aldıklarımıza iyi zamlar verdik, oylarımızı konsolide ettik!” düşüncesi gerçekçi olabilir mi? Bence gerçekçi değil, AKP’nin daha yoğun oy aldığı kesim 50 yaş üstü, dolayısıyla yapabilselerdi son dakika bir seçim rüşveti (pardon müjdesi!) şimdiye kadar açıklanmış olurdu.

Son düzlüğe girilirken, bütün gözlerin Türkiye genelinden ziyade İstanbul’a çevrileceği çok açık. İstanbul hariç Türkiye genelinde yerel seçimler yaşanacak. Ama İstanbul seçimi tamamen bir genel seçim niteliğinde gerçekleşecek.

Kurum kazanırsa, aslında Erdoğan kazanmış olacak ve hemen gündeme getireceği anayasa değişikliği ile birlikte, kendisine ömür boyu Cumhurbaşkanlığı’nın önünü açacak. Büyük olasılıkla MHP’yi sırtından atacak ve DEM partiyle birlikte yol alacak. DEM’den gelen mesajlar şimdilik spekülatif olan bu düşünceyi destekler mahiyette.

İmamoğlu kazanırsa, doğal olarak er ya da 2028’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin olası galibi olarak ön plana çıkmasına yol açacak.

Son düzlüğe girilirken Erdoğan bütün riskleri almış gözüküyor. Cumhurbaşkanı sıfatını bir tarafa bırakıp, AKP Genel Başkanı sıfatıyla son bir haftayı İstanbul’da geçirecek olması, seçimin kaybedilmesi halinde, kendisinin değil, Kurum’un beceriksizliği bahanesine sığınma imkanını ortadan kaldırıyor. Bir de kaçınılmaz sert söylemlerinin kendisinden ziyade son seçimin 6’lı masa kırgınlarının, umursamazlık ruh halinden çıkıp sandığa gitmelerine yol açabilir.

1 Nisan sabahını merakla bekleyenlerdenim.

Enseyi karartmamaya tamam mı? Devam mı? Göreceğiz!..

Devamını Oku

ÖTEKİLEŞTİRME

0

BEĞENDİM

ABONE OL

“İyi” “ben”i anlatabilmek için bir “kötü”ye ihtiyaç duyarız.

Dış politika, iç politika, futbol politikası, vs. Ben iyiyim, hepiniz kötüsünüz ya da bahanelerimiz.

Dış politikadan başlayalım.

Soğuk Savaş döneminde yıllarca iyi olan “Batı”, kötü olan “Doğu”. Bize yansıması “Komünistler Moskova’ya”. Koşullar değişti, “Moskova o kadar da kötü değilmiş! Çıkarlara göre değişen iyi ve kötü.

Üçüncü yılına giren Rusya Ukrayna savaşı. Ruslara göre kötü NATO Ukrayna’yı ayarttı, Rusya’ya tehdit oluşturan kukla Zelensky yönetimi, Ukrayna için kötü saldırgan Rusya. Batı için kahraman Zelensky, Doğu için kukla Zelensky.

Bize yansıması iki arada bir derede, ister istemez, gecikmiş de olsa İsveç’in NATO üyeliğindeki vetoyu kaldırmak. Bizim için öteki hala Rusya. F16’dan F35’e giden yol açıldı mı? Rusya’yı ne kadar öteki olarak değerlendireceğimize bağlı.

İsrail Filistin savaşı. İsrail’e göre saldırgan Hamas, Filistin’e göre boyutları soykırıma varan orantısız güç kullanımı. İsrail’in bahanesi kötü Hamas, Filistin’in demeyelim ama Hamas’ın bahanesi, bütün kötülüklerin anası İsrail.

Başlangıçta Batı için İsrail haklı, kötü olan Hamas, ölen sivillerin, kadınların ve çocukların, yaşanan felaketin boyutları ortaya çıktıkça yavaş yavaş değişen algı.

Bize yansıması, bir iç politika uzantısı olarak hep Hamas iyi, İsrail kötü. Hoş Filistin’e destek eskiden solcuların işiydi, şimdilerde iktidarın işi. Peki İsrail ile ilişkiler konusundaki ülke çıkarları?

Gelelim iç politikaya.

Şu Ce Ha Pe var ya Ce Ha Pe diyerek bütün kötülüklerin kaynağı olarak CHP’yi ötekileştiren iktidar sahipleri, bütün meşruiyetin yok oluşunun nedenini AKP’ye ve “cahil” seçmenine yükleyen muhalefet. Sorun ötekileştirirken aynaya bakmama, “ben nerede yanlış yapıyorum?” diye özeleştiri yapmamak, yapamamak.

Genel seçime dönüşen yerel seçimlerin arifesinde “acaba emeklilere seçim rüşveti verilecek mi?”, “verilirse zaten berbat halde olan ekonomiye yansımaları ne olur?”, “1 Nisan sabahı ne tür bir kabusla uyanırız?” sorularının arkasında hep aynı kavramın izleri: “ötekileştirmek”, aynı gemide olduğumuzu kabullenememek.

Gelelim futbola.

Saklıyamayacağım, ben Galatasaraylıyım. Lisesi’nde okudum, kulübün farklı başkanlık dönemlerinin Disiplin Kurullarında yer aldım, halen de mevcut Disiplin Kurulunda görev yapıyorum.

Hafta sonunda iki maç izledik. Kanaatimce futbolun ve rekabetin bütün güzellikleri iki maçın şifrelerinde gizliydi. Önce Fenerbahçeliler Kasımpaşa kazanıyor diye çok ümitlendiler, olmadı Galatasaray kazandı, sonra Galatasaraylılar Fenerbahçe puan kaybediyor diye çok ümitlendiler, olmadı, Trabzonspor direnemedi.

Tamam, sonuçta objektif davranmanın imkansız olduğu, tamamen sübjektif duyguları içinde barındıran bir alan spor, futbol.

İyi de bir kulüp başkanının 3 saati aşkın bir basın toplantısı düzenleyerek, sadece rakibini olmadık ithamlarla suçlaması, biz iyiyiz, kötü onlar demesi de, “aynaya bakıp özeleştiri yapma cesareti yoksunluğunun” bir göstergesi değil mi?

Ötekileştirme hastalığından kurtulduğumuz günleri görmek umuduyla.

Devamını Oku

SEÇİMİN ŞİFRELERİ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Hepimiz 31 mart’a kilitlendik. 1 Nisan sabahına nasıl uyanacağımızı büyük ölçüde 31 Mart yerel seçimleri belirleyecek. Ülke genelinde tahmin yürütmek çok zor, genel seçimlerin aksine, yerel sözkonusu olduğunda parti performansları kadar gösterilen adayın yerel tarafından ne kadar benimsendiği de belirleyici oluyor.

Yerel seçimi genel seçim havasına çeviren olgu hiç kuşkusuz İstanbul. AKP arayı Kurum şu ana kadar çok parlak bir performans sergilemedi. Yaptığı gafların dışında üzerine altın madeni faciasına yol açan ÇED raporunun sorumlu bakanı gölgesi düştü. TOKİ mağdurlarının protestoları da, vaat ettiklerini gerçekleştiremeyen kişi görüntüsüne yol açtı. Ama aşikar olan aslında Kurum’la İmamoğlu yarışmayacak, esas yarış Erdoğan ile İmamoğlu arasında olacak.

Mevcut algı kapsamında sadece İmamoğlu ile Kurum arasında bir yarış olsa, Kurum’dan gelen pasları hemen gole çeviren ve giderek kurt siyasetçi görünümüne kavuşan İmamoğlu’nun yarışı uzak ara olmasa da önde götüreceği.

Peki bu durumda Erdoğan süreci Kurum’un lehine çevirmek için İstanbul’da sahaya inecek mi? İnerse dozu ne olacak.

Cevaplaması güç soru. Eğer sahaya iner de İmamoğlu kazanırsa, bu durum net bir şekilde İmamoğlu’nun Erdoğan’a karşı zaferi olacak ve er ya da en geç 2028’de yapılacak seçimlerde favori Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu olacak. Esasen CHP Genel Başkanı Özel’de bu durumu açıkça teyit etti.

Erdoğan sahaya inmez de Kurum seçimi kaybederse, bu durumda Erdoğan Kurum’u günah keçisi ilan edip, kendi girişimi yokmuşçasına yoluna devam edebilecek.

Doğal olarak bugünün algısına bakarak seçim sonuçlarını şimdiden öngörebilmenin imkanı yok.  Seçime katılan, ancak adayının seçilme şansı olmayan çok sayıda parti, kendilerinin aldıkları oydan ziyade, aldıkları oyun esas aktörlere ne kaybettirdikleri ile tartışılacak. Tek istisna büyük ihtimalle Erdoğan’dan sonra Milli Görüş liderliğine soyunma arzusundaki Erbakan’ın YRP’si olacak.

Peki İmamoğlu kaybederse?

CHP’nin karışması kaçınılmaz gözüküyor. Özer muhalifi CHP’lilerin ifadeleri tam olarak bu yönde olmasa da, bir içhesaplaşmanın önü açılacak. Zaten pek çok muhalif CHP’linin kanaati, Özer’in gölge CHP Genel Başkanı olduğu, iplerin İmamoğlu’nun elinde olduğu. Olası bir İstanbul kaybının Özer ile birlikte İmamoğlu’nun da sonu olacağı doğrultusunda.

Peki anketler ne diyor?

O kadar çok anket piyasada dolaşıyor ki! Hani “ankete de inanmayın, anketsiz de kalmayın” söylemine yol açan ve kimin siparişi ile yaptırtıldığı hemen anlaşılan. Tek doğru anketi, umarız hile hurdanın karışmayacağı seçim sonuçları açıklandığında göreceğiz.

Gelelim belirleyici faktöre.

Bu seçimin hiç kuşkusuz temel belirleyici faktörü olmaya aday unsuru ”ekonomi”. Özellikle 16 milyon emeklinin takım tutar gibi mi? yoksa yaşadıkları olumsuz ekonomik koşulları ön plana çıkararak mı? Cumhur İttifakını cezalandırma  yönünde oy kullanıp kullanmayacakları sorusu tartışmaların ana unsurlarından bir tanesi. Bu argüman öne sürüldüğünde son genel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ekonominin kötü gidişatına rağmen Cumhur İttifakının ipi önde göğüslediği ister istemez akla geliyor. Ancak o günden bu güne ekonominin faturası daha da ağırlaştı ve genel seçimlerin aksine yerel seçimlerin iktidara “ayar” verme imkanı olarak seçmenler tarafından kullanıldığı. Bu görüntüyü kısmen de olsa tamir için emekliye bir son dakika seçim rüşveti verilir mi? Neden olmasın?

Öte yandan AKP’nin sürekli oy kaybettiği, Erdoğan’ın oy oranının partisiyle giderek daha fazla ayrıştığı da bir diğer gerçek. Bu durumda yukarıda belirttiğimiz Erdoğan her türlü riski göze alıp İstanbul’da sahaya iner mi? inmez mi? sorusunu tekrar sormak durumundayız.

Seçimle ilgili her türlü spekülasyonun, komplo teorisinin önü açık.

Sonuçta uykusuz bir 31 Mart gecesi geçireceğiz. Eğer dayanamaz da arada uyursak 1 Nisan sabahı bol bol tartışacak yeni malzemelerle gözümüzü açacağız.

Şimdilik enseyi karartmamaya devam…

Bir okurumun söylediği gibi, enseyi kararttığımız gün mücadeleden vaz geçeriz, o zaman değersizleşiriz.

Devamını Oku