02 Ekim 2023 Pazartesi
Powell'dan faiz açıklaması:"Gerekirse faizleri yükseltmeye hazırız"
DEPREMLER VE YAPAY ETKİLEŞİMLER
SORUNLAR 'GERÇEKLERİ ÇARPITARAK' ÇÖZÜLMEZ SAYIN NUREDDİN NEBATİ!
Teknolojide zam durmuyor; Apple, bir zam daha yapmaya hazırlanıyor!
Nietzsche ve Doktor döven hanım
Üniversiteden yeni mezun genç dertli. “Hocam üniversiteyi derece ile bitirdim, yüksek lisans için yurt dışında hatırı sayılır bir üniversiteye başvurum kabul gördü, ama sözkonusu ülkenin konsolosluğundan vize başvurusu için gün alamadım!..”
Akademisyen dertli. “Alanımda yazdığım çok sayıda makale önemli uluslararası jürili dergilerde yayınlandı, sunum yapmak üzere uluslararası bir akademik toplantıya davet edildim, bütün engellere rağmen vize başvurusu yapabildim, gerekçesiz olarak vize başvurum rededildi.”
İşinsanı dertli. “Ülkemde önemli sanayi üreticilerinden biri olma yolunda hızla ilerliyorum. İşimi daha da geliştirmek için yurt dışı bağlantılara ihtiyacım var. Vize engeli yüzünden ne iş toplantılarına ne de fuarlara katılamıyorum. Bu durum gümrük birliğinin ruhuna aykırı değil mi?”
TIR Şoförü dertli. “Kardeşim benim işim uluslararası mal taşımacılığı. 20 yıldır bu işi yapıyorum. Önceleri 3 yıllık, hatta 5 yıllık vizem vardı, sorun etmiyordum. Şanslıydım, başvurum kabul edildi, vizeyi de aldım. Ama pasaportuma bakınca bırak 3 yılı, 5 yılı 3 ay ile sınırlı olduğunu gördüm. Hani AB’nin en önemli sorunlarının başında tedarik zincirinin kırılması geliyordu? Ben o malları taşımazsam tedarik zinciri nasıl ayakta kalacak? Bu durum gümrük birliğinin ruhuna aykırı değil mi?”
Hasan Bey dertli. “Çocuklar iyi bir eğitim yılı geçirdi. Anneleri de bütün yıl boyunca çok yoruldu. Onlara bir hediye vermek için bir yurt dışı tatil programı düzenlemek istedim. Seyahat acentesi önce gidip vize işini halledin dedi. Başvurduk. Ben, eşim ve iki çocuk için 100’er Euro’dan 400 Euro para yatırdık. Her nedense rededildik. Yurt dışı seyahat programı yattı. Bari paramızı geri verseler. Sonradan öğrendik ki, bekleme sürelerini kısaltmak için VIP başvuru varmış. O durumda pasaport başına en az 300 Euro vermek lazımmış. Şanslı olduğumuzu anladık!..”
Yukarıda sıraladığımız benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün.
Peki AB cephesinden konuştuğumuz bazı konsolosluk yetkilileri ne diyor?
İlk sıradaki bahane pandemi. Pandemi devam ederken çalıştırılacak yeterince eleman yoktu, o yüzden bekleme süreleri uzadı, hastalık taşır endişesiyle bazı başvurular reddedildi, vs.
İyi de şu an itibarı ile ortada pandemi önlemi diye bir şey kalmadı. O zaman esas sorun ne?
Konuştuğunuz kişi biraz samimi ise, giderek açılıyor.
“Sizin ekonominizin hali çok kötü, bizim siyasi göstergeler berbat” diyor. “Ekonominiz düzelmedikçe özellikle gelecek beklentilerinde gençler arasında umutsuzluk çok yaygın hale geliyor. Sokakta tanıştığımız her yüz gençten neredeyse 80’i AB ülkelerine yerleşmek eğiliminde olduklarını ifade ediyor. Bizde de ekonomi kötü sinyaller vermeye devam ediyor. Bu durum da aşırı sağın giderek güçlenmesine yol açıyor. Vize kısıtlamasının önünü açarsak, aşırı sağ güçlenmek için yeni argümanlar üretir.”
Bir diğer sorunun da ülkemizin çok ucuza ve kriterlere tabi olmaksızın vatandaşlık vermesi olduğunun altını çiziyorlar. “Geçtiğimiz aylara kadar 250bin, şimdilerde 400bin dolara Türkiye’den ev satın alanlara başka koşul olmaksızın vatandaşlık verdiniz. Sadece ev satın alanla sınırlı olmaksızın eşine (hatta eşlerine) ve çocuklarına da T.C. kimliği vererek ülkenizin pasaportunu almasına yol açtınız. Ama görüyoruz ki bu insanların esas amacı Türkiye’de yerleşmek değil. Türk kimliğini kullanarak Avrupa Birliği ülkelerine göç etmek.”
Evet genel görünüm bu.
Peki bu görünüm değişebilir, çok değil 5,6 yıl önceye kadar merakla müzakerelerini izlediğimiz vize serbestisi tekrar gündeme gelir mi?
Hatırayalım, vize serbestisinin, diğer ifadesi ile vize alma zorunluluğu olmaksızın AB ülkelerine seyahat etmenin sağlanması için AB, 72 kriterin Türkiye tarafından yerine getirilmesi koşulunu getirmişti. Bu kriterlerden 66’sı yerine getirildi. Son 6 kriter (terörle mücadele yasasının yumuşatılması, kişisel verilerin korunmasında AB müktesebatı ile uyumlu hale gelinmesi başta olmak üzere) halen askıda.
İçinden geçtiğimiz günlerde Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir beyaz sayfanın açılabileceği, bu sayfanın konu başlıklarından bir tanesinin de vize serbestisine ayrılacağı ihtimaller dahilinde.
Peki bir anda gerçekleşebilir mi, Türkiye bütün kriterleri yerine getirse dahi bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ellerini kollarını sallaya sallaya Schengen sınırlarından geçebilirler mi?
Zor görünüyor.
Gerçekçi olmak gerekirse bu zor günler bitene kadar bazı kategoriler için vize kolaylığı nasıl sağlanabilir, “kolaylık” kavramından ne anlaşılır? herhalde yeni gündem başlıklarından bir tanesi bu noktada şekillenecek.
Tabi bu arada Alman hükümetinin geçtiğimiz günlerde aldığı “turist vizesi ile gelseler bile, Almanya’da iş bulanlara göz yuulacağı” mealindeki kararı da iyi anlamak gerekiyor. Malum Alman nüfusu giderek yaşlanıyor ve bazı sektörlerde çalıştırılacak insan bulamıyorlar. Aranan yeni istihdamın 2 milyondan fazla olduğu da ifade ediliyor. Benim spekülatif yorumum, “sizin parasını ödeyerek yetiştirdiklerinize biz zaten vize engeli çıkartmayız!” şeklinde.
Bu konuları önümüzdeki aylarda çokça tartışacağız…
Biliyorum konu sevimsiz. “İçinden yazmak geliyor mu?” diye sorarsanız, yanıtım “hayır.” Ama konu önemli.
Bir kaç haftadır eşimin geçirdiği talihsiz bir görünmez kaza nedeniyle ara vermek zorunda kaldığım son yazılarıma küçük bir referans vermek gerekirse, Türkiye AB ilişkilerinde yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu belirterek bu yeni dönemin getirdiği risklerin altını çizmiş, bundan sonraki aşamanın Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi konuları ile sınırlı olacağını vurgulamıştım.
Yine söz konusu yazılarımda 1963 Ankara Anlaşması’nın özelliklerinin gözden kaçırılmaması gereğini yeterince vurguladığımı düşünüyorum.
Kaygılarımı bir yana bırakırsak, mevcut Gümrük Birliği’nin aksayan ve güncellenmesi gereken unsurlarını bu yazıda ele alma çabasına girelim.
Bu bağlamda Türkiye’nin en önemli şikayeti, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı Serbest Ticaret Anlaşmalarına Türkiye’nin otomatik olarak dahil edilmemesi olmuştur. Bu anlamda kendi ürünlerini AB menşei aldıktan sonra otomatik olarak gümrük işlemlerinden muaf Türkiye’ye sokabilen sözkonusu üçüncü ülkeler, Türkiye’ye aynı ayrıcalığı tanımamak için anlaşma zeminini yokuşa sürmeyi tercih ettiler. Bu konuda daha fazla istişari işbirliğinin ne getireceği tartışma konusudur. Türkiye taleplerini sürekli olarak yenilese de bugüne kadar herhangi bir iyileştirme gerçekleşmemiş, bundan sonra sürecin nasıl iyileştirilebilceği konusu önemli belirsizlikler içermektedir.
Mevcut gümrük birliğinin sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinin sanayi katkısı ile sınırlı tutulmasının gerekçesi AB’nin ortak tarım politikasıdır. Eğer tarım ürünleri de gümrük birliğine dahil olacaksa, Türkiye’nin AB’ye paralel bir tarım politikası izlemesi gerekir ki; AB’nin tarım bütçe olanaklarından yararlanmaksızın, tarım ürünlerine yüksek sübvansiyon anlamına gelen bu politikayı özellikle mevcut ekonomik koşullarda Türkiye’nin üstlenmesi hemen hemen imkansızdır.
Bu noktada AB hukuku kapsamında hizmet kavramının esas itibarı ile işçilerin ıdşında kalan, yani bordroya tabi olmaksızın bir ücret karşılığında mesleklerini ifa eden kişiler olduğu anlaşılmaktadır. (Doktor, mühendis, hukuk danışmanları, vb.) Kişilerle ilgili olarak diplomaların karşılıklı tanınması sorunu önemli bir engl-el olarak görülmekteyse de, son zamanlarda özellikle nüfusu giderek yaşlanan ve çalıştırılacak genç nüfusu azalan Almanya’nın mevcut koşulları esnetme eğiliminde olduğu anlaşılmaktadır.
Hizmetlerin serbest dolaşımının bir diğer ayağı makro ekonomik kavram olarak anladığımız hizmet sektörleridir. Esasen bu noktada zaten hizmet serbestisinin varlığından bahsedilebilir (bankacılık, sigortacılık, vb.). Bununla birlikte çok sorunlu bir AB talebinin “kamu ihalelerinin karşılıklı açılması” olduğu dikkate alındığında, ülkemiz içinden gelecek reaksiyonların ne olabileceği aşikardır. İhale kanunun 300’e yakın değişikliğe uğratıldığı dikkate alındığında, adrese teslim ihalelerin bu vesile ile ortadan kalkacağı ve nihayet siyasetin finansmanının sekteye uğrayacağı düşünülürse, gümrük birliğinin güncellenmesinin lafta kalacağı endişesi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Doğruluğundan tam olarak emin olmamakla birlikte Sayın Davutoğlu’nun başbakanlık koltuğunu kaybetmesi hikayesinin arkasında gümrük birlğinin güncellenmesi ve dolayısı ile kamu ihalelerinin tartışmaya açılacağı endişesinin yattığı rivayeti de dolaşmaktadır.
Konu sıkıcı ve teknik… Ama çok fazla gelecek hikayenin de temelini oluşturma potansiyelinde.
Devam edeceğiz.
Eyyam-I Bahur’dan buharlaşmaya ramak kaldığı bu günlerde, son yazılarımı okuma iyi niyetini gösteren bazı dostlarım, ne kadar sevimsiz konulara (AB meseleleri artık sevimsiz oldu) dikkat çektiğimi, hele Ankara Anlaşması’nın tam üyelik perspektifini tartışmaya açmanın, Pandora’nın kutusunu açmakla eş anlamlı olduğunu ifade ettiler. Maalesef kutunun kapağı bir kez açılmış oldu.
Uluslararası hukukta iki temel prensip üstüne gelir gider, hangisinin doğru olduğunu günün koşullarına göre tartışır dururuz.
Birinci prensip, “pacta sund servanda”, yani “ahde vefa” prensibidir. Bir anlaşma yaptıktan sonra, herkesin anlaşmanın ruhuna, lafına sadık kalması olarak nitelendirebiliriz. Bizim için Lozan Antlaşması, Montreux Boğazlar Sözleşmesi bu anlamda dokunulmazdır. Dünya’da ne değişirse değişsin, sonuna kadar ahde vefayı savunmak zorundayız.
İkinci prensip “rebus sic stantibus”, yani “koşullar değişti” prensibidir. Evet bir anlaşma yapılmıştır yapılmasına da, o günün koşulları ile bugünün koşulları aynı değildir, dolayısı ile mevcut anlaşmanın yerine bir güncellemenin yapılması mecburiyeti hasıl olmuştur.
Bugün tartışmaya başlayacağımız ya da başladığımız “gümrük birliğinin güncellenmesi” meselesi, aslında “Ankara Anlaşması’nın güncellenmesi anlamına mı gelmektedir?” sorusuna cevap getirmeyi de parantez arasında içermekte mi?
Bu söylediğimizin daha iyi anlaşılabilmesi için küçük bir hatırlatma yapmakta gereklilik var.
Son yazımda, Ankara Anlaşması’nın herhangi bir anlaşma olmadığının, anayasal karakter taşıyan ve son hedefinin tam üyelik olduğunun altını çizmiş, anlaşmadan tam üyelik hedefini çıkardığınızda, anlaşmayı da rafa kaldırmak, bu hedef doğrultusunda atılan bütün adımları, belki de geriye dönük olarak çöpe atmak gibi bir durumla karşılaşabileceğimizi ifade etmeye çalışmıştım.
Peki tam üyelik hedefini ortaya koyan Ankara Anlaşması’nın 28. maddesi tam olarak ne söylüyor?
“Anlaşma’nın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşma’dan (AET kurucu antlaşması) doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce üstlenilebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler.”
Esas itibarı ile madde tam olarak bir tam üyelik garantisi vermekten uzak olarak addedilebilir. “Olanağın incelenmesi” bir kesinlik anlamına gelmez söylemi geliştirilebilir. Bununla birlikte 10, 11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşdeğer aday olarak kabul edilmesi, 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerine başlanması için Türkiye’nin 1993 Kopenhag siyasi kriterlerine yeterince uyum gösterdiğinin altının çizilmesi, “Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağının incelenmesinin” ötesine geçildiği algısının doğmasına yol açmıştı.
Öte yandan yine son yazımızda belirttiğimiz gibi, AB tarafı yaklaşımını hep muallak ifadelerle sınırlamış, 3 Ekim 2005 Müzakere Çerçeve belgesinde “Tam üyelik müzakerelerinin ucu açık bir müzakere olacağının, sonuçta Türkiye tam üye olamasa da Türkiye’nin AB limanına çapa atmasının AB’nin çıkarına olduğunun” altı çizilmişti.
Bugün geldiğimiz nokta itibarı ile gerek Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörünün taslak raporundan, gerekse Türkiye ile ilgili olarak toplanan AB Dışişleri Bakanları’nın yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarı ile, Kopenhag siyasi kriterleri ile tezat hale düşen ülkemiz için tam üyelik yerine başka bir yol haritasının çizilmesi arzusunun yaygın hali geldiği anlaşılıyor. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi olanaklarının incelenmesi ile sınırlı bir kaç adımın Türkiye için yeterli olabileceği gibi bir algı ortaya çıkıyor.
Bu algı Ankara Anlaşması’nın 28. maddesinin ruhundan bizi uzağa götürmesi ile eş anlamlı olarak düşünülebilir. Hatta her iki konuda da fazla hevesli görünmek, Ankara Anlaşması’nın üstünün çizilerek yerine yeni bir anlaşmanın dayatılmasına da yol açabilir.
Giriş bölümünde çok kısaca değinmeye çalıştığımız “koşullar değişti” şimdi yeni bir anlaşmanın vakti geldi söylemlerine şimdiden hazır olmalıyız.
Peki bu durumda Ortaklık Konseyi ne olur? Ortaklık Konseyi kararları geçmişe yönelik olarak ortadan kalkar mı? Diyelim ki o kararlar bir şekilde güvence altına alındı, bundan sonraki kararları alacak yapı ne olur?
Pandora’nın kutusundan çıkan cevapsız sorular şimdilik bu kadar.
Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin ne tür soruları beraberinde getireceğine ilerleyen yazılarda yer vermeye devam edeceğim.
Son yazılarımı takip edenlerin uyarıları üzerine gümrük birliğinin güncellenmesi konusuna küçük bir ara verip, 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara’da imzalanan ve1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması’nın bazı özelliklerine yer vermenin önemini anladım. Bu özellikler tam olarak anlaşılmadan güncelleme sorununun tam olarak yerine oturtulamayacağı sonucuna vardım.
Bu sonuca varmama özellikle çok değerli dostum ve Türkiye’deki en önemli AB hukuku uzmanı Prof. Dr. Tuğrul Arat ile yaptığım sohbete borçluyum. Tabi Tuğrul hocadan söz açılmışken Avrupa Birliği ve Küresel Adaştırmalar Derneği çatısı altında kendisinin ve Prof. Dr. Sanem Baykal, Doç. Dr. M. Sait Akman, Doç. Dr. Çiğdem Nas, Halil Agah ve Acar Şensoy’un imzalarının yer aldığı “Türkiye ve Avrupa Birliği arasında Gümrük Birliği’nin Güncellenmesi: Tarım, Hizmetler ve Anlaşmazlıkların Halli” çalışmasını da meraklılarına şiddetle tavsiye ederim.
ANKARA ANLAŞMASINI DİĞER ULUSLARARASI BAĞITLARDAN AYIRAN ÖNEMLİ BİR ÖZELLİK
Çok uzun detaylara girmeden uluslararası antlaşmalar tarihini Avrupa Topluluklarını kuran antlaşmalara kadar olanlar ve Toplulukları kuran antlaşmalar ve bunlara bağlı anlaşmalar olarak ikiye ayırarak tasvir etmek mümkün.
Öncesindeki bütün uluslararası bağıtları kanun niteliğinde olarak öngörmek hatalı olmaz. Diğer ifadesi ile yürürlüğe girdiklerinde mevcut bir statüyü değiştiren, ortadan kaldıran ya da yeni bir statü yaratan metinler kanun özelliğini taşır. Çok tipik örnek olarak Lozan Barış Antlaşmasını, Montrö Boğazlar Sözleşmesini değerlendirebiliriz.
Peki Avrupa Topluluklarını ve günümüz Avrupa Birliğini kuran antlaşmaları kanun niteliğindeki antlaşmalardan ayıran özellik ne?
Sözkonusu antlaşmalar kanun niteliğindeki bazı maddelerden öteye çerçeve nitelik gösterirler. Yani derhal bir statü yaratmazlar, ileriye yönelik hedef koyarak planlama yaparlar, bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için kurumsal yapı oluştururlar. Bu görünüm altında adı konmamış bir anayasal yapıdan bahsetmek mümkündür.
“Peki bu özelliğin bizimle ne ilişkisi var?” sorusunun cevabı ise, Ankara Anlaşmasının dönemin AET Kurucu Antlaşması esaslarına göre düzenlenmiş olması, Avrupa hukukunun birincil kaynakları içinde yer alması, nihayet kanun niteliğinde maddeye sahip olmayıp, geleceğe yönelik hedef koyma ve planlama yapmasıdır. Aynen AET kurucu Antlaşmasında olduğu gibi karar alma ve istişare organları oluşturmuş, geleceğin kararlarını bu organlara, özellikle de Ortaklık Konseyi’ne bırakmıştır. Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz Gümrük Birliği’nin bir anlaşmanın değil Ortaklık Konseyi Kararı olması da önemini bu noktada gösterir. Lafı uzatmadan söylemek gerekirse, Ankara Anlaşması da adı konmamış bir anayasal niteliğe sahiptir.
Bu noktada rahmetli Ziya Müezzinoğli ile bir sohbetimize de küçük bir anektod olarak yer vereyim. Malum Ankara Anlaşması yapılırken Ziya Bey DPT Müsteşarı olarak görev yapmaktaydı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, ağızı Balta Limanı anlaşmasından yanmış, gümrük birliğine kuşkuyla yaklaşmıştı. İnönü Ziya Bey’e: “Bu anlaşmadan çıkmak istersek çıkabilir miyiz?” diye sorar. Ziya Bey’de: “Tabi ki!” der. Oysa anayasal niteliğe sahip bir anlaşmadan nasıl çıkılabileceği Brexit’e kadar bilinmiyordu ve neredeyse imkansızdı. Ben biraz da Ziya Bey’I kızdırmak için: “Paşaya yalan söylemişsiniz!” diye laf kondurunca, yüzü kızarır, “Ben hayatımda kimseye yalan söylemedim beyefendi!” diyerek beni azarlardı. Süreci yaşayan ve aramızda olmayan bütün devlet adamlarının ruhları şad olsun. Ziya Bey gerçek bir devlet adamıydı.
Konumuza geri dönersek, Anlaşma geleceği üç dönem olarak planlamış, son dönemin gümrük birliği modeline dayanacağını ifade etmiştir. Esasen 1/95 OKK’nın açılımı “Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden karardır. Diğer ifadesi ile gümrük birliğinin tesis edilmesi ile son döneme girilmiş, bundan sonrası doğal olarak tam üyelik ile neticelenmeliydi. Yine bir önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Ankara Anlaşması’ndan siyasi hedef olan tam üyelik hedefini çıkarttığınızda, geriye yönelik olarak alınan bütün OKK’ların içi boş hale gelmesi tehlikesi ortaya çıkar. Peki bu koşullarda tam üyeliği yok sayacak herhangi bir AB önerisi kabul edilebilir mi?
Bana kalırsa edilemez ve edilmemelidir.
Bugünün koşullarında tam üyelik gerçekçi mi?
Kesinlikle hayır.
Düşünmeye ve paylaşmaya devam edeceğiz.
Son yazımda kısaca mevcut koşullarda AB’ye tam üyelik hedefinin gerçekçi olmadığının altını çizmiş, en fazla atılabilecek adımların gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi olabileceğini vurgulamıştım.
Bununla birlikte her iki konu başlığının da çok kolay olmayacak sorunları beraberinde getirdiği açıktır. Özellikle yine son yazımda belirttiğim Ankara anlaşmasının siyasi sonucu olan tam üyelik hedefinin ortadan kalkması halinde, bugüne kadar alınan bütün Ortaklık Konseyi Kararlarının içi boş hale gelmesi (kadük olması) tehlikesi de mevcuttur.
Güncelleme tartışmasını bu yazıdan başka bir yazıya bırakıp, mevcut gümrük birliğinin ne olduğunu tekrar hatırlayalım ve doğru bildiğimiz yanlışlardan kurtulalım.
90’lı yıllarda gümrük birliğini savunanlar ve gümrük birliğine karşı çıkanlar kavgası günümüz Galatasaray Fenerbahçe yıldız savaşlarını hatırlatıyordu. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller Lozan’dan sonra en büyük uluslararası Antlaşma’nın Gümrük Birliği Anlaşması olacağını iddia ediyor, Gümrük Birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız savını ortaya atıyordu. Muhalefet ve rekabete açılmaktan endişe edenler de Çiller karşıtlığı ile gümrük birliği karşıtlığını bir araya getiren argümanları savunuyorlardı.
Oysa Gümrük Birliği Ankara Anlaşması’nın geçiş dönemini düzenleyen Katma Protokol’ün imzalandığı 1971 yılının Kasım ayında fiilen (de facto), yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1973 tarihi itibarı ile hukuken (de jure) asimetrik olarak uygulanmaya başlayacaktı.
Asimetrik kavramının açılımı o günün AET ülkeleri Türk sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini derhal sıfırlayıp, yeni yeni palazlanmaya başlayan Türk sanayii için önemli bir ölçek ekonomisi fırsatı yaratıyor, buna karşılık Türkiye karşıt yükümlülüklerini 12 yıl esas, 22 yıl istisna olmak üzere zamana yayıyordu.
Daha sonra 12 yıl ortadan kalkacak, konuşulmaz olacak, 22 yıla da + 1 yıl eklenerek 1 Ocak 1996’ya kadar uzatılacaktı. Türkiye bu tarihte 23 yıl önce aldıklarına karşı kendi yükümlülüğünü yerine getiriyordu. Yani Çiller’in söylediği gibi ortada bir hak değil, tamamen aksine bir yükümlülük söz konusuydu.
Lozan Antlaşmasından daha önemli anlaşmaya gelince, bir önceki yazımızda da belirttik, ortada sadece “Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı OKK vardı.
Tabi bu arada Türkiye’deki bütün katmanların (siyasi, bürokrat, medya, akademisyen) gümrük birliğinin Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından onaylanması için yoğun lobi çalışmaları yürüttüklerine de tanıklık edecektik. Ben hala AP’nin OKK’ları onaylama yetkisini nereden aldığını merak edenlerdenim. Onaylanması gereken tek uluslararası anlaşma olan Ankara Anlaşması 1963-64 arası usulüne uygun olarak bütün üye devletlerin ve TBMM’nin onayından geçerek 1 Aralık 1964’de yürürlüğe girmişti.
Tansu Çiller ve dönemin yöneticilerinin yanıldıkları en önemli hususların başında Türkiye’nin 1 Ocak 1996 itibarı ile AB’nin gümrük birliğine girdiği yaklaşımı yatmaktadır. Oysa 1970’lerin sonunda o günkü adıyla Avrupa Toplulukları Adalet Divanı verdiği bir kararla “Ortaklık İlişkisinin ne olduğunu düzenleyecekti.” Buna göre bir ortak üye ile ilişkiler bir tam üye ile olduğu gibi geliştirilebilir. Ancak bunun üç istisnası vardır:
Ortak üye karar masasına oturamaz, hukuk sisteminin parçası olamaz ve nihayet bütçesine para veren ve alan olarak taraf olamaz.
Eğer Türkiye gerçek anlamda gümrük birliğine girmiş olsaydı ortak ticaret politikasının karar masasında yer alacak, hukuk sisteminin parçası olacak ve bütçeye de katılacaktı.
Bugün gümrük birliğine bağlı olarak dillendirilen bütün şikayetlerin temelinde esasen bu olgu yatmaktadır.
Türk politikacısı kıvrak zekalıdır. Gümrük Birliğinde işler sarpa sarınca, “Gümrük birliğinden çıkarız!” diyerek karşı tarafı tehdit etmeyi maharet sayar saymasına da, “çıkabilir miyiz hocam?” diye her sorduklarında, “girmediğiniz yerden çıkamazsınız!” espirili cevabını verdim, ardından da şunları ekledim:
“Öncelikle gümrük birliğinden çıkmak Ankara Anlaşmasından ve tam üyelik hedefinden vazgeçmektir. Diyelim siyasi görüşünüz zaten AB üyeliğine karşı. İyi de eski ismiyle GATT (Ticaret ve Tarife üstüne Genel Anlaşma), 1995’den bu yana kurumsallaşmış şekliyle Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) nezdindeki yükümlülüklerden nasıl kurtulacaksınız? Öyle ya Serbest Ticaret Anlaşmaları ve Gümrük Birlikleri üçüncü ülkeler aleyhine ticaret saptırıcı etki yaratıp zarara yol açtığı oranda, bu yükümlülükten vaz geçiyorum demek ortaya çıkan zararın tazminini de beraberinde getirir. Doğal olarak bu söylenen Türkiye için olduğu gibi AB tarafı için de geçerlidir. Diğer ifadesi ile Ankara Anlaşmasının siyasi hedefini ortadan kaldırıp gümrük birliğinin içini boşaltmanın bizden çok AB’ye zarar vereceği dikkatten kaçırılmaması gereken bir olgudur.”
Neyse şimdilik yazımızı burada noktalayalım, güncellemenin zorluklarına bir sonraki yazımızda yer verelim.