DOLAR 32,2778 -0.21%
EURO 34,8322 0.01%
ALTIN 2.413,370,84
BITCOIN 20709120,17%
İzmir
22°

AÇIK

Özgün Utku

Özgün Utku

27 Mart 2023 Pazartesi

BÜYÜK BİRADER

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yaz günlerindeyiz. Tatilde gezilen yerler, tadılan yemekler, okunan kitaplar üzerine yazılır. Ben de başucu kitabımı paylaşmak istiyorum.

George Orwell’in 1984 romanını anlatacağım.

George Orwell 1903 yılında Hindistan’ın Bengal eyaletinde doğmuş. Ailesiyle birlikte İngiltere’ye döndükten sonra Eton Kolejde eğitim almış. 1950’de ölmüş. Romanı 1946 yılında yazmaya başlamış, 1948 yılında bitirmiş. Orwell;  “Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948’in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim.” der.  Yani romandaki olayların 1984 tarihiyle bir ilgisi yoktur. Bu nedenle kitabı okurken gelin biz de yazara bir oyun yapalım ve kitabın adını 2021 koyalım. 1984; distopik bir bilim kurgu.

Romanı anlatmaya “distopya-distopik” kelimesinin tanımıyla başlamak uygun olur. Distopik toplum; otoriter-totaliter bir devlet modeli ya da benzer baskıcı sistem olarak geçiyor sözlükte. Distopik toplumlar konusu gelecek zamanda geçen hikayelerde yer alır. 1984 romanı bu kelimeye örnek olabilecek bir eser.

Bursa Anadolu Lisesi’nde İngilizce dersinde, 1984 romanından bir bölüm vardı, okudum. Bu türde okuduğum ilk eserdi. Hemen kitabı aldım. İlginçti, ama ‘geleceği neden bu kadar karamsar hayal etmiş?’ diye düşünmüştüm. 1985 yılıydı. Okurun aynı kitabı değişik yıllarda okuduğunda farklı izlenimler edindiği söylenir ya, bu roman da son on beş yirmi yıl içinde benim başucu kitabım olmaya evrildi. Kitap aynı kitaptı ama okuyucunun hayatı değişiyor, değişiyor, değişiyordu.

Roman her şeyin tümüyle devletin denetiminde, tarihin günün gereklerine göre yeniden yazıldığı, her türlü muhalefetin yok edildiği bir zamanda geçiyor. Orwell ABD’li bir sendikacıya yazdığı mektupta; ”anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim.” demiştir.

Winston kitabın kahramanı. Gerçek Bakanlığı’nda çalışıyor. Görevi kendine günlük olarak gönderilen mesajlar uyarınca tarihin gerçeklerini değiştirmek. 1940’lı yıllarda romanı yazan Orwell zaman içinde toplumun okuma alışkanlığını kaybedebileceğini düşünememiş. Tarih kitaplarını yeniden yazmak yerine tarihi diziler çekip, oradaki karakterleri gündeme göre konuşturmak daha kolay olmaz mıydı?

“Winston, tele-ekranda ‘eski sayılar’ı tuşladı. Times’ın gerekli nüshaları, yalnızca birkaç dakika sonra basınçlı borudan geliverdi. Aldığı mesajlar, şu ya da bu nedenle değiştirilmesi ya da resmi söylemle düzeltilmesi düşünülen haberlerle ilgiliydi.”

“Her şey bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti’nin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi, uçakları Parti’nin icat ettiği doğru değildi. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu.”(sayfa 61)

Böylesine bir öngörü olabilir mi diyen dostlara Jules Verne’in Aya Yolculuk öyküsünü 1865 yılında yazdığını anımsatmak isterim. Aydın zamanın önünde gitmeli, toplumu gerekirse uyarmalı, yol göstermelidir.

Romanda bir de Büyük Birader var. Belki de baş karakter. Duvarlarda hep onun fotoğrafları, gözü hep üstünüzde. Her evde, iş yerlerinde Tele-ekran var. Yurttaşlar Tele-ekranı izlerken Parti-Büyük Birader de onların her anını gözetliyor. Sadece gözetlemiyor, görüntü ve sesleri de kayda alabiliyor. Ancak ne zaman izlendiğinizi, gözlendiğinizi bilmiyorsunuz. Bu tele-ekranlar günümüzün cep telefonları olmasın sakın? Ya da şu an bilmediğimiz başka bir teknoloji mi gelişecek zamanla Büyük Birader’lerin ülkelerinde?

Olaylar Okyanusya’da geçiyor. Doğuasya ve Avrasya diye iki ülke daha var. Okyanusya Doğuasya ile savaşta.

“Okyanusya yurttaşlarının, uzayda, yıldızlar arasında, neresinin yukarısı, neresinin aşağısı olduğunu bilemeden dolaşan birinden farkı yoktur. Böylesi bir devleti yönetenler, firavunların ya da Roma imparatorlarının hiç olmadıkları kadar mutlaktırlar.”(Sayfa 229)

Vah ki ne vah bu Büyük Birader’lerin devletlerinde yaşayanların haline…

“Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu.(…) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.”

Bu cümleleri okuduğunuzda ne hissediyorsunuz duymak isterdim. Ben şu an okurken 2002 yılında çekilen, başrolünde Tom Cruise’ın oynadığı Azınlık Raporu filminin bir karesini düşünüyorum. Cruise bilgisayar ekranında sunum yaparken elinin bir hareketiyle ekranı büyütüvermişti. Bugün aynı hareketle cep telefonu ekranımızdaki yazıları yakınlaştırıyoruz. Yaratıcılığa elle dokunuyoruz her an. Tıpkı 1984 romanındaki bu cümlelerin Büyük Birader’lerin ülkelerinden bize şu an dokunduğu gibi.

Günümüzde Okyanusya’da yaşasaydık, Büyük Birader uçağa binmeden önce bir açıklama yapsa alıntıladığımız paragraftaki insanlar onu o an alkışlar, uçaktan indiğinde bunun tam tersi yönünde bir açıklama yapsa yine alkışlar mıydı?

“Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse arkası gelir.” (Sayfa 106)

İki kere ikinin dört ettiği kadar somut bir gerçeği savunamamak. 1985 yılında bu romanı okusaydınız size de karamsar gelmez miydi?  Okyanusya’da muhalifler büyük gözaltındadır. Parti, Büyük Birader ‘iki kere iki beş eder’ dediğinde ‘beş eder’ demek. Okyanusya’da örneğin; ‘Bizden önce buzdolabı yoktu. Bu şehre havaalanını biz yaptık’ dese Büyük Birader, bunun doğru olmadığını bile bile savunur yurttaşlar. Kitabın sonunda Winston’ın; ‘iki kere iki dört  eder’ mi, ‘beş eder’ mi yazdığını söylemeyeceğim tabii ki.

Okyanusya’da muhaliflerin her an, her davranışları izlenir. Parti onları en büyük korkuları ile sınar. Romanın adı 2021 olsaydı, muhalifler sürekli telefonlarının dinlendiğini düşünürler miydi? Ya da twitter’a en ufak bir eleştiri yazdıklarında sabaha karşı göz altına mı alınırlardı? Onu siz okurların hayal gücüne bırakıyorum. Büyük Birader’lerin olduğu ülkelerde Parti mutlak güç olup her türlü muhalefeti yok etmeden çok önce muhalefet birlikte durmayı öğrenmeli. Yavaş yavaş ısınan suda, başına geleceği fark etmeden, pişen kurbağa olmamalı. 1984 bizi gelecekte olabileceklerle ilgili güçlü şekilde uyarıyor. Suyun ısındığını fark edemeden pişmek ya da pişmemek…