DOLAR 32,9949 -0.11%
EURO 35,8195 -0.26%
ALTIN 2.528,010,83
BITCOIN 22386100,48%
İzmir
31°

AÇIK

Özgün Utku

Özgün Utku

27 Mart 2023 Pazartesi

EKİM’E DAİR

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Mustafa Necati’nin yeni mezun öğretmenlere yazdığı mektubu Özdemir İnce’nin sözcük güncellemeleriyle 7 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde okudum. Mektubun açılış cümleleriyle yazıma başlamak isterim.

“Öğretmen arkadaş;

Öğretmen Okulları bu mezunları dağılımında senin hissene Antalya Eğitim Emirliği mıntıkası dahilindeki Isparta ili isabet etti. Orası güzel vatanın gayret ve yol göstermesine muhtaç verimli bir köşesidir, yeni mezunlarımızın memleket içine dağılmalarının derece ve gerekliliğini gerek geçen sene mezunları arkadaşlarımızla ve gerekse sizinle tartışmış ve aramızda kararlaştırdığımız sonucu, ilk okul öğretmenleriyle mesleki bir dertleşme şeklinde bütün meslektaşlarımıza ilan etmiştim.”

Düşünün okulunu yeni bitirmiş bir öğretmensiniz; Milli Eğitim Bakanından size “arkadaş” diye hitap eden bir mektup alıyorsunuz. Cesaretiniz, çalışma tutkunuz nasıl da artar…

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 17 Mayıs 2024 tarihli açıklamasında; bundan böyle devlet okullarına yılda en fazla 6-8 bin öğretmen ataması yapılacağını duyurdu. Öğretmen olmak isteyen öğrenciler için “illa öğretmen, devlet memuru olmak isteyenler” ifadesini kullanan Tekin “tercihinizi ona göre yapın” diye belirtti.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 15 Haziran 2024 günü AKP Erzurum İl Başkanlığı’nın Yakutiye Kent Meydanı’nda düzenlediği bayramlaşma törenindeki konuşmasında öğretmenleri hedef aldı, “Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi, kamu tarafından fonlandırılmıyor” dedi.

Düşünün okulunu yeni bitirmiş bir öğretmensiniz; Milli Eğitim Bakanının bu cümleleri size ne hissettirir? Milli Eğitim Bakanlığının öğretmenlere yaklaşım şekli epey değişmiş. Hele geçen haftalarda ortaya çıkan Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslaklarıyla öğretmenliğin nasıl bir kalıba sokulmak istendiği iyice su yüzüne çıkıyor. Taslakta atanmayan öğretmenler için de çözüm düşünülmüş; MEB’e bağlı kurulacak 2 yıllık Akademi. Üniversiteyi bitirdikten sonra atanmamış olmayacaksınız, atanmak istiyorsanız bu akademiye başvurup 2 yıl daha eğitim alacaksınız. İki yıl daha işsiz olarak istatistiklere girmeyeceksiniz. Bu iki yıl içinde iktidarın söylemi ile sizin davranışlarınız uyumlu mu diye iyice bir gözlenip değerlendirileceksiniz.

Yıllardır çalışan, kadrolu bir öğretmenseniz de iktidarın söylemine ters eylem yapmanıza karşı Demokles’in kılıcı üstünüzde olacak. Aynı taslaktaki düzenlemeyle “görevini yerine getirmede yetersizliği tespit edilen” kadrolu öğretmenlerin Milli Eğitim Akademisi tarafından eğitime alınması, bu eğitimde başarılı olmazlarsa öğretmenlik mesleğinden ihraç edilmelerini öngören madde var. Böylece kamuda çalışan öğretmenlerin iş güvencesini de ortadan kalkacak.

Öğretmen sendikalarının direnişi sonucu bu yasa önerisi Ekim ayında başlayacak yeni yasama dönemine bırakıldı, tıpkı SGK ile ilgili yapılacağı söylenen düzenlemeler ve her gün “açız!” diye eylem yapan emekliler için yapılacağı söylenenler gibi.

Neden Ekim bekleniyor?

O tarihte insanların açlığını, işsizliğini unutturacak ne olabilir? Bu erteleme neden?

İnsan komplo teorileri üretmeden duramıyor. Sakın kim olduğu bilinmeden ülkeye doldurulanlarla çıkacak bir iç savaş ya da çevremizde süren savaşın içine ülkeyi sürükleme planları olmasın.

Ekim’in hikmetini Ekim de yaşayıp göreceğiz.

 

Devamını Oku

AŞKIM ESKİŞEHİR

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Aile olarak epey zamandır Eskişehir’e gitme hayalimiz vardı. Bazen birimizin işi çıktı, bazen koşturmadan tatili unuttuk. 2024 Kurban Bayramı tatili uzun olunca hayalimize kavuştuk. 

Beş günümüzü Eskişehir’de geçirmek; fikri bile harika. Hemen internetten aramalar yaptık; nerelere gitmeli, ne yemeli… Arkadaşımın kızı Eskişehir’de, ondan da yardım aldık. Elimizde yapılacaklar, gezilecek yerler ve nerede ne yenir listesiyle düştük yola. Kurban Bayramının birinci günü sabahı Eskişehir’deydik. Sabah kafamızda Sorpa ya da Bıt Bıt çorbası içelim hayali var tabii. Efendim, Eskişehir’de bayram sabahı neredeyse tüm dükkanlar kapalı.

Bazısı camına bayramın 2. günü açığız yazmış, bazısı 3. günü; birçoğu da bayramımızı kutlamış. Bayram dönüşü açacaklar belli ki. Öğretmenevi’nde kalıyoruz. Orada yaptığımız kahvaltının ardından başladı maraton. Ver elini Odunpazarı. Önümüze ilk Hamam Müzesi mi geldi yoksa biz hamama düşkünüz, seçici algı mı oldu; orasını siz söyleyin. Hamam müzesi güzel, giderseniz ikinci katta belgesel gösterimi var. Onu izlemenizi öneririm. Müzenin içinde küçük bir satış noktası var. Oradan beyaz sabun kokulu kolonya aldım, siz de deneyin derim.

Eskişehir’e gelince Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi gezilir. Sevgili hocam her heykeli özenle titizlikle yapmış. Heykellere yaptığı bu dokunuşu tüm şehirde de görebilirsiniz. Şehrin her yerinde yaratıcı yaklaşımını, dokunuşunu görüyorsunuz. 

Çağdaş Sanatlar, Cam, Ahşap Eserler, Lületaşı, Oya Müzeleri birbirine çok yakın. Oya müzesinin saatini ayarlayamadığımız için bayram süresince açıkmıydı bilemedik. Tarih tutkunu olanlar için Eti Arkeoloji Müzesi de gezilesi. Oradan oraya gezerken acıkırsanız tabii yiyecek, içecek bol. Çibörek, Talkan kurabiyesi, met helvası, mercimekli haşhaşlı börek tattıklarımdan.

Talkan leblebi tozu demekmiş. Tadı biraz leblebi şekerine benziyor. Met helva pişmaniyeyi andırıyor. Bu ikisini tatmanızı öneririm. Babam haşhaşellaya, annem haşhaşlı cevizli ekmeğine bayıldı. Ağzı açık’ı epey aradık bulamadık. Balaban köfteyi denedik, ne yalan söyleyeyim damak tadımıza pek uymadı. 5 gün kalınca Kırım mantısı da yedik tabii.

Cumhuriyete giden süreci yaşamak için Kurtuluş Müzesini gezin. Kırım Tatar Müzesi bayramda kapalıydı. Odunpazarı’nın mucizesi oradaki eski, harap evleri gören gözün bunu onarmaya karar vermesi. Her bir tarihi evi onarıp şehrin kültürünü yansıtan müzeye dönüştürmesi. Hamam müzesi örneğin; şehirdeki hamam kültürünü, suları ve benzeri ziyaretçilerin farkına varmasını sağlıyor. Hangi ilimizde oya yok? Hangi ilimizde Oya Müzesi var? İşte yaratıcılık, şehri yoğurmak burada devreye giriyor. Babamın dediği gibi:” seçilen her belediye başkanı bir hafta Eskişehir’de yaşamalı.” 

Balmumu müzesinden bahsettim ya, şehrin her yeri heykellerle bezenmiş. Tüm şehir bir derslik gibi. Her köşe dikkatle bakıp, merak uyandırmak, belki ilgilenip araştırmak üzerine kurgulanmış. Odunpazarı girişinde onlarca heykelden biri saçları örgülü at üstünde bir kadın. Kim mi? Araştırıp siz öğrenin. Şelale Park’a çıkıyoruz şehre yukardan bakalım diye, karşımızda yel değirmeni, Don Kişot ve Sanço Panza. Bilmiyorsanız, kim bunlar diye meraka düşeceksiniz. Haydi bakalım, romanların, kitapların hayal gücümüzü, ufkumuzu açan dünyası…Tepebaşında yürürken birden karşınızda Ali İsmail Korkmaz. GEZİ…

Edebiyat demişken yazara, aydına yaşarken değer vermenin en güzel örnekleri de Eskişehir’de. Odunpazarı’nda Ataol Behramoğlu Kitaplığı ve Edebiyat Müzesi, Tayfun Talipoğlu Daktilo Müzesi. Bunlar bayramda kapalı oldukları için maalesef içini göremedik. Tepebaşı’nda Tepebaşı Belediyesi Sinan Alağaç Deneyimli Kafe ve Mustafa Gazalcı Kitaplığı. Yapmış olmak için değil, özenilerek yapılmış bir yer. Güzel bir parkın içinde, önünde havuzu, Kitaplığın kapısında “çay ikramımız var” yazısı sizi içeri davet ediyor. İçerde sayın Gazalcı’nın kütüphanesinden kitaplar, dergiler. 10.000’den fazla eser bağışlamış ve kendi yazdığı kitaplar. Yazara, aydına tüm başkanlar mutlaka değer veriyor. Kaç belediyede böyle yerler var? 

Şehrin dışında bir yer. “Burayı nasıl vatandaşıma kazandırabilirim?” yaklaşımında olan gözler oraya bakmış ve görmüş. İşte karşınızda Sazova Bilim, Kültür ve Sanat Parkı. Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Hayvanat Bahçesi ve Sualtı Dünyası Müzesi, Türk Dünyası Müzesi, Esminyatürk, Bilim Müzesi ve Sabancı Uzay Evi. Yok yok. Çocuklu aileler sabah girse akşama zor çıkar. İçerisi ana baba günü. Kapıda sizi Nasreddin Hoca karşılıyor. Önünde kazanı, içinde yavru kazanı. Çocuğuna ‘kazan doğurdu’ kıssadan hissesini anlatmak için bulunmaz fırsat. Biz Sabancı Uzay Evi’ndeki gösterimi izledik, bir de parkın içini gezen trene bindik. Sazova görülesi bir yer, ancak yaş almış büyüklerimizin içeride gezebilmelerine destek gerekiyor. İzmir Kültürpark’ta, içeride ücretsiz ulaşıma destek olan, 10 kişilik küçük araçlar var. Ona bir bakın derim.

Eskişehir’e gezmeye geldiğimizi duyan herkes “Kentpark’a gittiniz mi?” diye soruyor. “Ne var Kentpark’ta?” diyoruz, “plaj var” diyorlar. Güzel kardeşim biz İzmir’den gelmişiz her taraf deniz, her taraf plaj. Neyse ısrara dayanamadık ‘bir ara uğrayalım bari oraya da’ dedik. Kentpark’a uğramadan Eskişehir’den ayrılırsanız çok şey kaybedersiniz. “Şehrimi seviyorum, ama şehrimin bir eksiği var. Bunu da çözeyim.” diyen bir yaklaşım şehrin dışında boş bir yer beğenmiş. Kalkmış oraya denizi, plajı; kumuyla, çakılıyla getirmiş. ‘Belediyelerin elleri kolları bağlı, bir şey yapamıyoruz’ diyenlerin bilgisi ve ilgisine…  

Efendim, Eskişehir’e gelmişsiniz şöyle Porsuk çayı üstünde bir minübüs ya da Gondol’a binmeden dönmek olur mu? E olmaz tabii. Şehirlerinin içinden nehir, çay geçen başkanlarımız, sizin şehrinizde de Gondol sefası yapabiliyor muyuz? Yılmaz hoca İtalya’dan 2 gondol ve kullanıcısını getirerek süreci başlatmış. Bizim Porsuk geniş, yer yer akıntı var. Venedik’teki kanallar gibi değil. Bu iki İtalyan ‘olmuyor’ deyip dönmüşler. Hop yaratıcı akıl devreye girmiş; Gondolun altına motor takıvermiş.

Gondolların her biri olmuş gençlere  iş kapısı. Bizim gondolumuzu kullanan genç spor akademisinde okuyormuş. Şehrin her yeri derslik, her köşe kişisel gelişim için ders niteliğinde olur da bu güzergah eksik kalır mı? Kıyıda ‘Çekirdek Yiyen Eşek’ heykeliyle göz göze geliyoruz. Gülmekten gondoldan düşeceğiz. Porsuk kenarında vatandaş çekirdek yiyormuş, her taraf çöp. Heykel gelmiş, konuvermiş oracığa…” E, bu heykel ne öğretmiş, kime, nasıl öğretmiş?” diye soranlar için kaldığımız Öğretmenevi’nde her masada kül tablası ve üstünde ‘çöp’ yazan küçük  kovacıklar vardı.

Caddede karşıdan karşıya geçmek üzere yola yaklaşıyorsunuz; araç 26 plakalıysa şoför karşıdan selektör yapıp eliyle buyurun diyor. Biz İzmir’de homurdanarak üstümüze üstümüze araba sürülmesine alışığız. Şaşıp da kalıyoruz. Kimse ‘Eşek’ durumuna düşmek istemiyor. Yılmaz hocam Balmumundan yaptığı heykellere gösterdiği özenle tüm şehri yoğurmuş, bakış açısını değiştirmiş. Görülesi, yaşanası bir emek.

Eskişehir demek Devrim Arabası demek. Turasan Devrim Arabası Müzesi mutlaka gezilmeli. 1961’de kendi arabasını, tüm parçası kendi üretimi olan arabayı üreten, sanayide dünyayla yarışan bir ülke. Büyük savruluşun  öyküsü gibi. Son derece hüzünlü şekilde bahçede dolaşırken 2 çocuklu bir ailenin büyük oğlunun sorusunu duyduk: ” Anne, Yerli ve milli ilk arabamız TOGG değil mi?” Anne uzun bir anlatıya başlıyor. Sadece gerçeklerin yeni nesillere gösterilmesi ve anlatılması için bile bu müze çok değerli.

Bundan 63 yıl önce ürettiği ilk arabaya ‘Devrim’ ismini veren bir şehirde yaşıyorsanız, öztürkçenin tadına varmışsınız demektir. O zaman bu şehirde “I Love Eskişehir” görseli olmaz. Ne olur, ne görürsünüz; ‘Aşkım Eskişehir’. O görseli görünce önünde bir fotoğraf çektiriyoruz. 

Yeniden görüşmek dileğiyle Eskişehir…  

Devamını Oku

AH EMEKLİ, VAH EMEKLİ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçenlerde haberleri izlerken gördüm. Spiker alana çıkmış vatandaşa soruyor:”Emekli misiniz? Geçinebiliyor musunuz?” Vatandaş yanıtlıyor. Bir ara gözlerim konuşanların dişlerine takıldı. Yıllar önce Covid günlerinde sinemalar kapalı olduğu için; İşçi Filmleri Festivali zoom üzerinden izleyicilere ulaşmıştı. O festivalde izlediğim bir belgesel vardı.

Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan işçilerin dişleriyle ilgiliydi, maalesef filmin ismini hatırlayamıyorum. Ülkeler değişiyor; işçilerin yoksulluğu ağızlarında ortaklaşmış. Yüzler kırışık, ağızlarındaki dişlerin çoğu eksik. Çok güçlü bir belgeseldi. Bizim emeklilerin yoksullukları da ağızlarından bizlere sesleniyor, yetersiz beslenmekten  dişleri azalmış. Ama sağlıklı beslenmelerine yetecek, dişlerine ayıracakları para yok ki. 

TÜİK 3 Haziran’da yıllık enflasyonu %75.45 olarak açıkladı. ENAG’ın enflasyon açıklaması %120.6  emeklilerin aylıkları Ocak ayında belirleniyor. Temmuz ayında enflasyona göre artış yapılıyor.

Tabii TÜİK’in açıkladığı enflasyona göre. Ocak 2024’deki son duruma göre en düşük emekli maaşı 10.000TL. İşçi ve Bağ-Kur emeklilerinin bir de kök maaş var. 4 milyon emeklinin kök maaşı en düşük emekli aylığının altında. Temmuz’da kök maaşa zam gelmezse bu 4 milyon emekli 0TL( sıfır) zam alacak. Evet, doğru okudunuz sıfır zam!!! 

Açlık sınırının 19 bin TL, yoksulluk sınırının 62.000TL olduğu güzel ülkemde  10 bin TL ile 6 ay daha yaşama savaşı verecekler. Açlık sınırının neredeyse yarısına, yoksulluk sınırının altıda birine yaşamaya mahkum edilen emekliler; siz ne hayallerle çalışmış, nasıl da özlemle beklemiştiniz emeklilik günlerinizi değil mi? Eeee, ne de olsa “2024 Emekli Yılı”… 

“Et yiyebiliyor musun amca?” amcanın gözleri uzaklara, çok uzaklara daldı…

“En son ne zaman et yedin teyze?”

“Tavuk ciğeri aldım torunlar gelecek diye kasaptan.”

En zordayken pes etmeyen o gözler. Nereden hatırlıyorum bu gözleri?

Bu yılki işçi filmleri festivalinde izlediğim filmden tabii. İranlı bir yönetmenin çektiği kısa film. Anne, anneanne ve kızları bir evde yaşıyorlar. Anne fabrikada işçi. Müthiş bir geçim sıkıntısı, yokluk hayatlarından seyirciye neredeyse dokunuyor. Derken annenin aklına fabrikada iş kazası geçirirse alacağı tazminat geliyor. Günlük hayatta sol elini kullanıyor. Bu nedenle sol elini kaybederse daha çok tazminat alacak. Sağ elini kullanmaya alışmaya çalışıyor.

Derken bir gün fabrikada işinin başındayken alete iyice alıcı gözle bakıyor. Aletin ele çarpma sesini duyuyoruz. Kamera kadının şok olmuş gözlerinde. Kocaman açılmışlar. Ağzını açıyor, haykırıp yardım çağırmak için sesi çıkmıyor. Son karede oturduğu sandalyeyle yere sırt üstü devrilişini görüyoruz.

 Röportajı izlerken içim cız ediyor. 

Hepimiz bilmiyor muyuz emeklilerin çoğunluğu aylık 10.000TL maaş alıyor. Bu paraya kiralık ev bulmak bile neredeyse imkansız. Bir fincan kahve şurada içersen 25, burada içersen 50, orada içersen 100TL olmuş. Ucuz bir şey bulur muyum diye emekliler her gün semt pazarlarında. O yorgun ayaklarıyla geziyor, geziyorlar pazarı. 

Diğerlerinde boş lakırtı:’ah emeklim, vah emeklim.’ Timsah gözyaşları. Düşünüyor musunuz gerçekten emeklileri, nasıl aç, nasıl zordalar görüyor musunuz? Anlıyor musunuz durumlarını? 

Peki ne yapacaksınız?

Devamını Oku

16 TON

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Boş zamanlarınızda ne yapmayı seversiniz?

Ben sinema, tiyatroya gitmeyi seviyorum elimden geldiğince. Geçenlerde Ümit Kıvanç’ın 16 ton belgeselini, Spartaküs Kültür ve Sanat Merkezinde izledim. Evet, doğru tahmin ettiniz; Ümit Kıvanç Halit Kıvanç’ın oğlu. Belgesel internetten de izlenebiliyor, ancak ardından söyleşi de olduğu için hep birlikte izlemek daha keyifli olur diye düşündüm. 16 ton bir madenci şarkısının adıymış.

Belgeselde çokça kullanılmış. Şarkının söz yazarının babası da bir maden işçisi, onların gündelik konuşmalarına da yer vermiş sözlerde. 13 Mayıs 2014’de yaşanan Soma faciasının 10. yıldönümü nedeniyle yapılan bir etkinlikti. 16 ton madencileri, dünyadaki tüm süreci kazalarla birlikte epey derinlemesine inceleyen bir belgesel. 2011’de yapımı tamamlandığı için Soma’ya yer verilmemiş. Ama belgeseli izlerken aklımda hep Soma, İliç vardı. 13 Mayıs 2014 ve sonrasını bugünmüş gibi anımsadım. 

Facianın ardından CHP İzmir İl Kadın Kolları olarak Soma’daydık. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, gönüllüler ‘ne yapabiliriz?’ arayışında koşup gelmişlerdi. Madencilerin evlerini ziyaret ettik, ailelerle görüştük. Orada öğrendim; her madenci işe gitmek için evden çıkarken ailesiyle vedalaşıyor, helalleşiyormuş. Her gün. Ahhh, bunun yapıldığı başka meslek var mı? 16 ton şarkısında söylediği gibi.

“…Eğer madenden dışarı yürürken görürsen beni, kenara çekil

Çünkü dışarı çıkamayan çok kişi var…”

Madene giden babalar ile evlatların birbirinden güzel yaşanmışlıklarını dinledik. Uzmanlar diyor ya; “çocuklarınızla faydalı zaman geçirin” diye. Yani çocuğunuzun yanındayken kendiniz, aklınız, fikriniz çocuğunuzda olsun. Bu madenci babalar kimden öğrenmişler, hangi uzmanı dinlemişler. Tüm anılar hep hep o faydalı zamanlara dair. Bir de evlerin arasında gezen cübbeliler vardı. Sorduk; ‘onlar hoca’ dediler. Öyle çok hoca vardı ki… “ağlamayın, bağırmayın. Allah onlara can verdi. Allah canlarını aldı” diyorlardı. Peki kaza geliyorum derken hiçbir önlem almayanlar. Onları denetleyip, önlem alınmadığını gördüğü halde buna ses etmeyenler? Yok, yok; ölüm madencinin fıtratında vardı.

Akşam üstü ilçeden ayrılmak için madenci anıtının orada aracımızı bekliyorduk. Yolun yukarısından bir uğultu. En önde çakarlı araçlar. Bir, iki, üç… Yanında koşan korumalar. Kalabalık araçların arkasından koşuyordu. Yaklaştılar. Yüzleri, ama en çok o gözleri nasıl da öfkeliydi. Öfkeleri öylesine yoğundu ki neredeyse ete kemiğe bürünmüş o da araç konvoyunu kovalıyordu. Akşam eve döndüğümüzde haberleri izleyince kalabalığı ve öfkenin nedenini anladık. Yusuf Yerkel; protesto eden, polisin yere yatırdığı bir madenciyi tekmelemişti.

Soma faciasının birinci yılında yine oradaydık. Gönüllüler, yardıma koşanlardan kimse kalmamış. Oysa aileler yine babasız, yoksul. Duyduk; ölen madencilerin kardeşleri, çocukları madende çalışıyormuş. 

“…St. Peter, boşuna çağırma beni, çünkü gidemem.

Ruhumu şirketin dükkanına borçluyum….” 

16 ton şarkısındaki gibi; borçlar, geçim sıkıntısı, hayat dayatıyor. Öleceğini bile bile evde bekleyenler için madene inmeye. Her gün yeniden, yeniden…

Olayın üstünden 10 yıl geçti. Maden şirketinin sahibi ve oğlu 301 madencinin ölümü için 5 yıl hapis yattı ve çıktı. Madenciye tekme atan Yusuf Yerkel Frankfurt’ta Ticaret Ateşesi. Madenci ailelerine ödenmeyen tazminatlar pula döndü. Soma davasında madencilerin avukatlığını yapan Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay hapiste…

301 madencinin kömürden kararmış elleri size uzanmış, gözleri sizde görüyor musunuz?

Devamını Oku

KIRMIZI PAZARTESİ

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği halde engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayeti anlatır. Olaylar Kolombiya’da geçer.

“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah 5:30’da kalkmıştı.” cümlesiyle başlar Gabriel Garcia Marquez’in 1981 yılında yazdığı Kırmız Pazartesi adlı romanı. Santiago Nasar’ın öldürüleceği daha ilk cümleden bellidir. Roman yalnızca bir cinayeti olanca ayrıntısıyla masaya yatırmaz, aynı zamanda toplumsal bir ruh çözümlemesi gibi  halkın davranış biçimlerini de resmeder.

“O sırada kimliği hiçbir zaman belli olmayan birisi, zarf içine konulmuş bir kağıdı kapının altından atmıştı, içinde onu öldürmek için birilerinin pusuda beklemekte olduğu Santiago Nasar’a haber veriliyor, üstelik bu komplonun yeriyle nedenleri ve son derece kesin daha başka ayrıntıları da açıklanıyordu.”

Kırmızı Pazartesi bugün Türkiye’de yaşansa… Şöyle bir hayal edelim; örneğin Adliye koridorlarında korkusuzca ‘Şeriat isteriz!’ diye bağırıyorlar. Toplum  bunu görüyor, duyuyor; laikliğin yok edilmek istendiğinin ayırdında. Ve, susuyor…

“Meydandaki açık olan tek yer, kilisenin bitişiğinde, Santiago Nasar’ı öldürmek için bekleyen o iki adamın bulunduğu sütçü dükkanıydı. ”

Günümüz Türkiye’sine uyarlasak romanı; neredeyse her hafta yakalanan çeteleri çağrıştırıyor bu cümle. Peki bu çeteler nereden geliyor, ellerindeki silahlar nasıl, nereden geliyor? Sorular, sorular. Güvenliğin katledildiğini görüyor, biliyoruz. Kimse bir şey yapmıyor.

“Limanda bulunanların pek çoğu Santiago Nasar’ı öldüreceklerini biliyordu.”

Bu cümleyi günümüze uyarlarsak aklıma hemen kadın cinayetleri geliyor. Her gün türlü yollarla, kah dizi senaryolarıyla, kah ders konularıyla ötekileştirilen, yok sayılan kadınların sonu elbet ya dayak ya ölüm. Bunun böyle olmaması için toplum olarak biz bir şey yapıyor muyuz?

“’Her zaman ölüden yana olmak gerek.’ demişti o da.”

Anayasa Mahkemesi Can Atalay için iki kez hak ihlali kararı verdi. Buna karşın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı TBMM’de okutulup Atalay’ın milletvekilliği düştü. Adalet öldü. Siz ‘ölüden yana olmak’ ifadesini okurken bunu mu düşündünüz? Adalet katledilirken ne yaptınız?

“İşleneceği bu kadar açıkça duyurulmuş bir cinayet olamazdı.”

Nasıl da kendini apaçık ifade eden bir cümle. ..

Bugünün Türkiye’sinde gelmekte olan Kırmızı Pazartesi ne? 31 Mart günü yapılacak yerel seçimler. Muhalefet parça parça.. Bu yapıyla seçime gidilirse ne olacağını biliyoruz. Kitabın daha ilk cümlesinde son belli..

Laikliğin, güvenliğin, adaletin, kadınların, demokrasinin katledilmesine sessiz kalan bizler halen susup sonucu izlemeli miyiz?

Çağının çağdaşı bir ülkede yaşamak için halk olarak muhalefet partilerini uzlaşmaya çağırmalıyız. Aydınlar, sanatçılar, bilim insanları, bizler Kırmızı Pazartesi’nin geldiğini bilip görenler bunun için sonuç gerçekleşmeden ayağa kalkmalı eylem ve söylemle, gerekirse haykırarak sağır kulaklara ulaşmalıyız. Seçimden önce uzlaşmayı sağlayamazsak; sandıkta oylarımızla.

Haydi dostlar Kırmızı Pazartesi yaklaşıyor. Bizim romanımız mutlu sonla bitsin.

 

Devamını Oku