Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Ömer Faruk ELBEK
Ömer Faruk ELBEK

El sıkışmamanın dayanılmaz ağırlığı

El sıkışmak bir nezakettir, rahatsız olmak ise bir tercihtir. Bu ikisini birbirine karıştıranlar, önce yaşam enerjilerini tüketir, sonra da dünyayı kendilerine dar ederler.

Nezaket, bir zorunluluk değil, bir değerdir. Karşındakine “seni insan olarak görüyorum” demenin en kısa yoludur. Rahatsızlık ise çoğu zaman kendi kafamızda yazdığımız bir senaryodan, büyüttüğümüz bir gölgeden ibarettir.

Son yıllarda “kişisel sınır” öyle bir kutsandı ki, sıradan bir kabalık adeta lüks bir marka ambalajıyla satılır oldu. Yüz ekşitmek, soğuk durmak, ortamı germek, sonra da “sınırlarım var” diye savunmaya geçmek… Oysa gerçek sınır kendini büyütmek değil, durumu küçültmektir.

Gerçek sınır bir cümledir; teşekkürler, el sıkışmıyorum, yumuşak bir ses tonu, küçük içten bir gülümseme ile küçültebilecek kadar basittir. Konu orada biter,  kimse incinmez, kimse küçük düşmez.

Bir de işin dinsel tarafı var; özellikle dindar Müslümanların ve Ortodoks Yahudilerin karşı cinsle el sıkışmama tercihi gibi mesela. Bu tercih, kimsenin zorla açacağı bir kapı değil, alay edeceği bir konu da değil. Aksine, bu, bireyin inancı ve Tanrı ile kul arasındaki özel bir meselesidir. 

Aslında, ister seküler ister dinsel bir tavır olsun burada yol ikiye ayrılıyor. El sıkışmamak elbette sorun değil. Sorun, buna nasıl bir tavırla mukabele ettiğinizdir. Elini havada bırakmak, yüzünü buruşturmak, sanki dokunmak günahı katlayacakmış gibi bir tiksinti ifadesi takınmak, ortamı buz kestirmek…

Bunların ideolojiyle, inançla değil, üslûpla alakası vardır. İnanç ve/veya ideolojik yaklaşımlar soğuklukla değil, zarafetle taşınır. Gerçek sınır bir duvar değildir, karşısındakine nefes alacak yer bırakan, karşısındakini incitmeden çizilen çizgidir.

Mesela, aynı insan şöyle diyebilir, kusura bakmayın, inancım gereği el sıkışmıyorum. Gülümsersin, göz teması kurarsın, sesini yumuşatırsın. Hem sınırlar korunur, hem de karşısındaki insana saygı gösterilmiş olunur.

Bu noktada, hemen belirtmek lazım ki, işin diğer ucu da bir o kadar sorunludur. “El sıkışmıyorum” dedi diye dalga geçen, “Yok canım, bir şey olmaz” diye ısrar eden, “Bu devirde hâlâ mı?” diye göz deviren taraf… Zorla el sıkışmak isteyen de, el sıkmayanı aşağılayan da aynı kibrin iki farklı rengidir.

İkisi de karşısındakini insan değil, kendi dünya görüşünün figüranı olarak görür. Gerçek saygı şudur, karşındaki bunu söylediğinde elini nazikçe geri çekersin. Alınmazsın, büyütmezsin dahası bir ömür mesele etmezsin.

Bugünün ölümcül ciddiyetle savunulan kuralları, tarih boyunca hep yarının komedyası olmuştur. Viktorya döneminde bir bayanın bileği göründüğünde erkekler salonu terk eder, “müstehcenlik” diye feveran ederdi. 18. yüzyıl saraylarında bir kadın eldivenli elini öptürmezse centilmen kendini aşağılanmış sayardı. 1950’lerde bazı Amerikan eyaletlerinde siyah bir adam beyaz bir kadına el uzatsa linç edilirdi.

Ortaçağ Japonya’sında samuraylar göz göze selam vermezdi; bakışmak kılıç çekmek demekti. Bugün bile, özellikle muhafazakâr çevrelerde, sosyal medyada bir erkeğin bir kadını veya bir kadının bir erkeği ‘takip etme’ eyleminin, tarafların evli olması durumunda, eşler arasında büyük kavgalara, hatta boşanma davalarına konu olması söz konusu olmuyor mu?

Basit bir tıklama eylemi, ahlaki bir ihanet ya da “sınır aşımı” olarak algılanmıyor mu? 

Hayret verici ki, günümüzde aynı işyeri ortamında iki yetişkin, el sıkışmamak için insan kaynaklarını bile meşgul ediyor. Yarın torunlarımız bu satırları okurken muhtemelen kahkahaya boğulacak, dedem, ninem cidden el sıkışmayı dava konusu yapmış mı diye düşüneceklerdir.

Bırakalım gereksiz yükleri, el sıkışmak bir nezakettir, rahatsız olmak bir tercihtir. Bir gülümseme, bir cümle, bir adım geri çekilmek, hepsi bu kadar.

İnançlı olsun, seküler olsun, hangi dünyadan gelirse gelsin… Bu ikisini birbirine karıştırmadığımız gün, hayat birden hafifler. Kategorilerle zehirlenmiş bir zihin, masum bir el sıkışmaya bile antipati duyar.

Oysa antipatiyi doğuran bu değil, içimizdeki o dar kalıplardır. Onları kırdığımız gün, dünya birdenbire çok daha yaşanır, çok daha sıcak, çok daha insan bir yer olur, iklim değişir Akdeniz olur. Çünkü asıl mesele, dışımızdaki kimlikler değil, içimizdeki insanlık paydasının büyüklüğüdür.

Yazarın diğer yazısı:

Ömer Faruk ELBEK

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 × three =

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

TÜMÜ