Hayri; şimşek gibi indi, parkın duvarının üstüne yensin diye bırakılan mamalara yaklaşan kedileri kovdu, oturdu, kendisi yemeye başladı. Onu seyrediyorum ve düşünüyorum. Hayri bizim karşı parkın martısı, tanınan biri imiş; Eda öyle tanıtmakta. Boyu bir kediden uzun, rengi gri karışık çoğunluk beyaz, gagası kıpkızıl, uzun. Sahne bitmedi; kedileri beslemeye gelen hanım, kadın, şimdi ne diyeyim bilemedim, elindeki uzun torbası ile Hayri’yi kışkışladı ve çekingen kedileri tekrar sofraya çağırdı.
Aklımdan dün Silivri’de olduğum geçiyor. Ne Demirtaş’ı, ne Kavala’yı görebilmiş, bir kahve içip dönmüştüm. Dönüş yolunda yağmur serpiştirmiş ama ancak arabamın camını temizlemişti. Oysa şimdi bir yağmur yağıyor, inanılmaz. Güzel, bol, hele o yapraklara ve yere vurduğunda çıkardığı sesinin yanında 5. Senfoni halt etmiş; demeyin gitsin. Evde yapacağım gürültüden korkmasan parka çıkıp ıslanacağım.
‘İşimin bok’ olacağını bile bile düşünüyorum, düşünüyorum da, yaşam bazen patırtılı gürültülü, bazen sessiz, bazen soğuk bazen de sıcak ama sürekli kavga ile sürüp gitmekte diyorum. Hem de hiç bitmeyen ve hiç bitmeyecek bir kavga, bir savaş…
Yağmur dindi, kuzeyden gelen hafif esinti, serinliği açık pencereden ta oturduğum koltuğa kadar taşıdı.
Keşke Demirtaş ve Kavala şimdi böyle bir parkta olsalardı, arada bir yağmur altına çıkarıp onlara biraz özgürlük tattırsalardı, "Acep yapıyorlar mıdır ki?" dedim. İçimden. Sonra bağırmak istedim. “Özgürlük” diye. Sesim Kılıçtaroğlu kadar bile cılız çıkamadı.
Her gün ciddi bir şey yazacak değiliz ya, bugün de mini bir hatırlatma yapalım dedim.
İstanbul gibi güzel bir şehir, özgürlük gibi güzel bir duygu olamaz.
YORUMLAR