Muhafazakarlık bir ideolojidir; fakat en keskin hüneri, kendini ideoloji değilmiş gibi sunma yeteneğidir. Gelenekleri savunmayı doğal, kurumları korumayı tarafsız, değişime direnç göstermeyi ise insan doğasının bir gereğiymiş gibi aktarır.
Oysa bu “doğal düzen” söylemi, diğer ideolojiler kadar tarihsel, kültürel ve sınıfsal bir tercihin ürünüdür. Muhafazakarlık, dünyanın zaten olması gerektiği gibi olduğunu iddia eden bir konfor siyasetidir: Geçmişi kutsarken bugünün iktidar ilişkilerini de kaçınılmaz bir mantığın sonucuymuş gibi paketler.
Bu nedenle ideoloji olduğunu en yüksek sesle reddeden ideoloji olmayı başarır; neyi koruduğunu açıklamadan korur, neyi sürdürdüğünü tartışmadan sürdürür ve her seferinde “hayatın doğal aklı” adına konuştuğunu ileri sürer.
Muhafazakarlığın en güçlü ikna edici yönü, insanın değişime duyduğu doğal korkuyu siyasal bir tutuma dönüştürmesidir. Yenilik bilinmeyenin tehdidiyle; gelenek ise bilinenin güveniyle gelir. Bu nedenle muhafazakarlık, yalnızca geçmişi değil, belirsizlikten kaçınma arzusunu da savunur.
Her yeniliği “düzen bozucu”, her sorgulamayı “kültür aşındırıcı”, her özgürleşme talebini “toplumsal dokuyu parçalayıcı” ilan etmesinin nedeni budur.
Değişime direnç burada entelektüel bir tutum değil, neredeyse varoluşsal bir refleks haline gelir. Muhafazakarlık da tam bu refleksi politik bir dile çevirir: İnsan korkularını ahlaka, alışkanlıklarını değerlere, tarihsel güç ilişkilerini ise doğaya aitmiş gibi gösterilen bir zorunluluğa dönüştürür.
Ne var ki muhafazakarlığın asıl sessiz motoru toplumsal hiyerarşilerdir. Her düzenin koruyucusu, mevcut güç ilişkilerini görünmez kılmak zorundadır; aksi hâlde “korumak” fiilinin kimin çıkarına işlediği kolayca açığa çıkar. Bu nedenle muhafazakarlık, sınıfsal ayrıcalıkları “doğal farklar”, kültürel eşitsizlikleri “kimlik uyumu”, ekonomik uçurumları ise “hayatın adil olmayan ama değişmez ritmi” olarak sunar.
Böylece siyasal bir tercih, sosyolojik bir zorunluluk gibi kurgulanır. Muhafazakar düşüncenin asıl başarısı, adaletsizliğin düzen olarak, düzenin ise doğa olarak algılanmasını sağlamasıdır; bu nedenle değişim yalnızca tehlikeli değil, neredeyse ahlâka aykırı bir girişim haline gelir.
Modern çağda muhafazakârlık, kendisini yalnızca geçmişi koruyan bir tutum olmaktan çıkarıp geleceğe dair bir stratejiye dönüştürdü. Liberalizmin bireyci özgürlük söylemini ödünç alarak ekonomik alanda radikal bir serbestlik talep ederken; kültürel alanda aynı bireyi sıkı bir geleneksel çerçeveye geri çağırdı.
Böylece “liberal-muhafazakâr” adı verilen melez bir form ortaya çıktı: Piyasada sınırsız hareket, kültürde sınırsız itaat. Bu melez yapı postmodern çağda daha da incelerek yeni bir sağduyu ideolojisine dönüştü. Artık muhafazakârlık, yalnızca neyi savunduğunu değil, neyin normal olduğunu belirleme hakkını da talep ediyor; sıradanlık bile ideolojik bir araç hâline geliyor.
Aile bir yaşam tarzı değil “fıtrat”, otorite bir siyasal tercih değil “terbiye”, ulusal kimlik bir anlatı değil “kader” olarak sunuluyor.
Sonuçta muhafazakârlığın en büyük başarısı, kendi ideolojik niteliğini görünmez kılmakla kalmayıp diğer ideolojileri “uç” veya “sapma” olarak işaretleyebilmesidir. Kendini merkeze, hatta doğanın kendisine yerleştirir; böylece onu sorgulamak, yalnızca bir politik görüşü değil, sanki hayatın doğal düzenini sorgulamak gibi gösterilir.
Oysa muhafazakarlık, dünyanın olduğu gibi kalmasını isteyenlerin değil, dünyanın kimler için olduğu gibi kalmasını isteyenlerin ideolojisidir. Değişime direnci aklın gereği gibi sunan bu bakış, kendi konforunu evrensel gerçeklik, kendi çıkarını ise toplumsal hikmet ilan eder.
Fakat her ideoloji gibi onun da dayandığı bir hakikat değil, bir tercih vardır. Ve en siyasal soru hâlâ şudur: Bu tercih kimin adına yapılmaktadır — ve bunun bedelini kim ödemektedir?
İlginizi çekebilir: Gücün haritasında adalet
YORUMLAR