Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Müjdat Çalış

Köle kethüdası ve bestekâr Itrî Efendi’nin kayıp defteri

Itrî Efendi sabah namazını eda ettikten sonra beyaz şalvarını giydi, feracesini düzeltti. Elindeki defteri masanın üzerine koydu:
“Esir Pazarı – Günlük Kayıt Defteri.”

Sabah musikiyle başlardı; öğleden sonra zincir sesiyle devam ederdi. Beytullah’tan gelen tekbirlerle Arnavutluk’tan gelen cariyelerin fiyatı aynı satıra yazılırdı.

Bir gün, öğrencisi Hafız Feyzi sordu:
“Üstat, insan sesiyle beste yaparken insan satmak gönlünüze dokunmaz mı?”
Itrî, udunu bıraktı. Gülümsedi:
“Her şey bir makam meselesi evladım. Kimisi rast gider, kimisi hicaz… Bazısı köle doğar, bazısı efendiye denk gelir.”

Musiki ve Müzayede

Cariye pazarının tam ortasına bir klasik fasıl heyeti koymuştu Itrî. Çünkü satışın ruhu sanatta, sanatın icrası kalpteydi. Zincirli kızların gölgesinde, tanbur eşliğinde “Nevâ Mevlevî Ayini” çalınıyordu.

Bir seferinde genç bir Gürcü kızı ağlamaya başladı. Itrî, notaları durdurdu. Kalemini kaldırdı:
“Bu kız sesiyle yedi kişiyi ağlatır. 450 akçe değil, 900 eder. Ama evvela musikiye niyetli midir, onu anlamak gerek.”

Sonra o kıza şu beyti okuttu:
“Zincir altında inleyen ruhun sesidir musiki,
Satılsa da beden, gönül hür ise bil ki nefes olur.”

Esirci Estetiği

Itrî bir yandan bestelerini yazıyor, öte yandan lonca defterine fiyat güncellemeleri düşüyordu:

  • Çerkez cariye (hafif tanbur bilgili): 900 akçe
  • Habeş oğlan (delikanlı, neşeli mizaç): 600 akçe
  • Dilsiz Gürcü (ama mimikleri güçlü): 290 akçe

Kendisine “kethüdâ” diyorlardı.
Ama o, kendi içinden sadece “usûl hocası” olarak bahsediyordu. Zira her satıştan önce ritmi, melodiyi ve pazardaki yankıyı dinlerdi.

Bugün Itrî’nin notaları devlet konservatuvarlarında okutuluyor.
Ama aynı Itrî’nin, esir pazarındaki kadınları “ahenkli yürüyüşü olanlar” ve “sert bakışlılar” diye sınıflandırdığı defter, bir arşiv odasında kilit altında.

Kimse bilmek istemiyor belki.
Ya da daha kötüsü: Bilip de unutmuş gibi yapıyor.

  • Tarih sadece kahramanlarla değil, kethüdalarla da yazılır.
  • Bir udun sesiyle bir zincirin sesi aynı odadaysa, o müzik sonsuza kadar acı çalar.
  • Bazen insan, en güzel eserini en çok utandığı dönemde besteler.
  • Hafıza seçer. Vicdan sansürler.

Rimbaud ve Silah Pazarı
“Şiir susar, kurşun konuşur.”

Aden, 1883. Güneş bir kurşun gibi.
Rimbaud, çadırın gölgesinde hesap defterini açtı. Cehennemde bir mevsimi çoktan bitirmişti. Şimdi cehenneme tedarik sağlıyordu.

Bir kenarda kurutulmuş deve eti, diğer yanda Fransız yapımı tüfekler duruyordu.
“İki mermi fazladan verirsek müşteri sadakati artıyor,” diye düşündü. Verlaine’in kurşunuyla uyluğundan vurulduğunda bunu hesap edememişti.
Ama şimdi verilen her kurşunun kâr hanesine etkisini hesaplayabiliyordu.

Şiir, Harar Çölü’nde Nem Tutar mı?

Bir yerli genç Rimbaud’ya yaklaştı:
“Elimde bir kadın var, Amhara kabilesinden… Silah karşılığı takas ederiz.”
Rimbaud, uzaklara baktı. Kadını değil, gökyüzünü izledi.
“Ben artık güzelliğe değil, hacme bakarım,” dedi.

Not defterine şunu yazdı:
“Bir kadının gözleri yerine, artık namlunun çapı ölçülür.”
Sonra üzerini çizdi. Çünkü artık şiir yazmıyordu.

Kafile yola çıktı: yüz deve, on dört sandık silah, iki sandık barut, bir şair.
Harar’a vardıklarında müşteri çoktu:
Yerel beyler, kabile savaşçıları, Fransız ajanları…
Hepsi ölümün sponsorluğuna adaydı.

Rimbaud her sabah kalemini alıyor,
Ama şiir değil, fatura kesiyordu.

Gece oldu. Çöl sessizleşti.
Tüfeklerin gölgesinde tek başına oturdu.
Yıldızlara baktı. Ay hâlâ aynı ışıltıdaydı.

Mırıldandı:
“Ben başka biriyim…
…ama kim olduğumu unuttum.”

Sonra sustu.
Çünkü şiir, burada fazla hassas bir eşyaydı.
Kırılabilirdi. Kurşun geçirmez değildi.

Rimbaud, 37 yaşında bir bacağı kesilerek öldü.
Ne silah ticaretinden servet kaldı geriye,
Ne de yazmadığı şiirlerden bir kitap.

Ama hâlâ bir yerlerde, genç bir şairin iç sesi şöyle diyor olabilir:
“Benim cehennemim sözcüklerle değil — suskunlukla örüldü.”
“Ve bazen, sustuğun yerde bir pazar kurulmuştur:
Şiirini satar, tüfek alırsın.”

  • Bazen kalemini bırakmak için çok iyi bir bahanen olur: kurşun.
  • Şiiri bırakan adamdan şiir alırsan, faturası ağır olur.
  • Cehennemi yazmak kolaydır. Onu tedarik etmek başka bir iştir.
  • Sessizlik de bir tüccardır. Genellikle en pahalı şeyi satar: geçmiş.

Egzotik Esaretler: Şiir ve Şeker Kamışı Arasında
“Yazmak için acı gerekir. Şeker kamışı mı? O sadece beyazlara tat verir.”
— Hayali bir Baudelaire dizisi, belki de Rimbaud’un satır aralarında.

Paris’te melankoliyle gezen bir adamın yolunu tropik fırtınaların estiği adalara düşürürseniz ne olur?
Ya Baudelaire gibi bir şair olursunuz…
Ya da Rimbaud gibi bir tüccara dönüşürsünüz.

Baudelaire, annesinin gözyaşlarıyla, general üvey babasının katı disiplinle yoğrulmuş ellerinde, 1841 yılında gemiye bindirilir.
Rotası: Hint Okyanusu.
Gerekçesi: “Adam olması.”
Ama bu seyahatte adam olan kimdir?
Kolonici mi? Şair mi?
Yoksa hâlâ satılamamış bir esir mi?

Şiirle Yıkanmış Vicdanlar

Baudelaire hiçbir zaman bir köle satmadı.
Ama okuru, kelimelerle zincire vurmayı başardı.

“Egzotik diyarlar”, “uçuşan ten kokuları”, “altın tenli kadınlar” derken şiir kitapları aslında edebi bir lüks mallar kataloğuna dönüşüyordu.
Şiirler, Paris’in salonlarında kristal kadehlere dökülmüş tropikal hüznün şarabı gibiydi.
Okur sarhoştu.
Gerçeği sormadı.

Koloni Rüyası, Şeker Gerçeği

Baudelaire’in yolculuğu Réunion gibi adalara uğradı.
O yıllarda bu adalar, şekerin ve kanın karıştığı topraklardı.
Birbirinden güzel “kötülük çiçekleri” aslında o toprakların yaban otlarıydı.

Bugün biz bu şiirleri okurken neyi yüceltiyoruz?

  • Estetik mi?
  • Egzotizm mi?
  • Yoksa nostaljik bir sömürge pişmanlığını mı?

Tarihin cevabı yok.
Ama sorular giderek daha tatlı:
Bu şairlerin dizeleriyle şeker kamışı mı tatlandı?
Yoksa şiir, Batı’nın vicdanını yıkadığı parfümlü sabun muydu?

Rimbaud: İkinci Perde, İlk Silah

Sonra sahneye Rimbaud girer.
Şiiri bırakır, susturucu takar.
Afrika’da silah ve belki insan satar.
Baudelaire’in düşlediği egzotizmi, Rimbaud nakde çevirir.

“Ben şiiri değil, hayatı satıyorum,” der gibi.
Post-kolonyal bir kapitalistin habercisi olur.
Ama hâlâ şair olarak anılır.
Çünkü arada birkaç güzel dize yazmıştır ya…

Estetik Bir Sömürü Mümkün Müdür?

Bugün Baudelaire’i okurken,
Egzotik kokularla başımız dönerken,
Kendimize şu soruyu sormalı mıyız?

Şiir, sadece duygularımızı mı sömürür,
Yoksa bilmediğimiz bir geçmişi de makyajlar mı?

Şair köle satmaz belki,
Ama bazen zihinleri pazara çıkarır.
Etik susar, estetik konuşur.
Ve biz alkışlarız.

Müjdat Çalış

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

eleven − six =

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

TÜMÜ