Soyadıyla Siyaset, Gölgeyle Sanat: Mirasın Bedeli Üzerine Bir Deneme
Politik figürlerin çocuklarının siyasete yönelmesi ile sanatçı çocuklarının sanatı denemesi arasında yüzeyde benzerlikler bulunsa da, derinlerde çarpıcı farklar vardır. Her iki durumda da çocuk, bir tür “göz aşinalığı” içinde büyür. Politikacı çocuğu karar alma süreçlerinin, kürsülerin, kulislerin; sanatçı çocuğu ise fırçaların, sahnelerin, notaların ve hikâyelerin arasında yetişir. Ancak bu benzer çevresel etkiler, iki alanda birbirinden çok farklı dinamikler üretir.
Politika, çoğu zaman mirasla işleyen bir alandır. Soyadı yalnızca kimlik değil, aynı zamanda geçiş anahtarıdır. Güç, ilişkiler ve görünürlük birikimi, çocuğun siyasal alana girişini kolaylaştırır. Bu yönüyle politika, adeta bir aile şirketi gibi çalışır. Sanat ise daha demokratik görünse de çok daha acımasızdır. Bir sanatçının çocuğu yeteneğini defalarca kanıtlamak zorundadır. Bazen soyadı, yük haline gelir ve sahici olmayan bir beklentiye dönüşür. “Annesi kadar iyi değil”, “Babası sayesinde sergi açtı”, “Sesi yok ama soyadı var” gibi yorumlar, çok erken ve çok sert biçimde gelir.
Bu farkın temelinde belki de şu gerçek yatıyor: Politikada meşruiyet, çoğu zaman başarıdan değil, aidiyetten doğar. Ait olduğunuz soy, parti ya da klik sizi “doğal aday” hâline getirebilir. Sanatta ise meşruiyetin tek kaynağı eserin kendisidir. Burada “olmuşluk” değil, “olmakta oluş” geçerlidir. Bu da sanatçı çocuklarını ya geri çeker ya da daha güçlü bir özgünlük arayışına iter. Kimi babasını yadsır, kimi soyadını değiştirir, kimi ise kendini başka bir türde var etmeye çalışır.
Sanatta soyadı çoğu zaman gölgeye dönüşürken, politikada tam aksine bir ışık kaynağıdır. Politikacının oğlu, kendi kişiliğini oluşturmadan önce zaten görünürdür. Medya, kamuoyu, parti örgütü onu tanır. Oysa sanatçının çocuğu, aynı atölyede büyüse de görünürlükten çok gözetlenmeye maruz kalır. Başarıdan çok şüpheyle karşılanır. Üstelik sanat, iktidarın değil, anlamın alanıdır. Bu nedenle çocuk, varoluşsal bir sorgulamanın ortasında kalır: “Bu işi gerçekten sevdiğim için mi yapıyorum, yoksa bana biçilen kader bu mu?”
Toplumun bakışı da bu farkı derinleştirir. Politikada çocukların izinden gitmesi bize tanıdık gelir. Monarşik alışkanlıklar sürer; “Ne var canım, babası da bakandı” denilerek geçilir. Ama bir sanatçının çocuğu sahneye çıktığında, izleyici bilinçdışı bir kıyaslamayı çoktan yapmıştır. Beklenti yüksektir, sabır azdır, hoşgörü düşüktür. Politikada soyadı bir tür kefalet mektubuyken, sanatta çoğu zaman ipotek gibi işler.
Bazen sonuçlar ironiktir. Politikada vasat çocuklar sistemin içinden yukarıya taşınabilir. Sanatta ise çok yetenekli çocuklar bile sürekli birinin gölgesinde kalabilir. Bu gölge ne kadar büyükse, kendi ışığını yakmak da o kadar zor olur.
Tüm bu farklar, toplumun iktidara ve başarıya nasıl baktığını gösterir. Politik başarıyı aileyle özdeşleştirmekten çekinmeyen toplum, sanatta bireyselliği yüceltir; ama bu bireysellikten de kolayca şüphe eder. Politikada “o zaten o ailenin çocuğu” sözü meşruiyet üretirken, sanatta bu cümle sorgulama yaratır: “Başka biri olsaydı aynı şansı bulabilir miydi?”
İşte bu yüzden aynı evde büyüyen iki çocuk — biri kürsülere, diğeri sahnelere adım atarken — aynı soyadını çok farklı biçimlerde taşır. Biri için bu isim bir yol açar, diğeri içinse savaşmak zorunda kalınan bir yüktür.
Türkiye’de hanedanlık resmi olarak Cumhuriyet’le sona erdi. Ancak bazı soyadları siyasetten hiç çıkmadı. Bu defa saraydan değil, parti genel merkezlerinden yürüyerek geldiler. Siyasette çocukların baba koltuğuna göz dikmesi, kurumsallaşmış bir alışkanlığa dönüştü. Üstelik bu yalnızca babanın partisinde değil, “babanın adıyla ama farklı bir kulvarda” da sürdü. Yeni bir parti kurarak, ama aynı hanedanın gölgesinde ilerleyerek…
Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan, “Yeniden Refah” adını verdiği partiyle bu çizgide yürüdü. Baba mirasını yeniden ambalajlayarak piyasaya sürdü. Aynı refleks, Muhsin Yazıcıoğlu’nun oğlu Furkan Yazıcıoğlu’nda da görüldü. Babasının ölümünden sonra “BBP’nin ruhuna dönmesi gerektiğini” vurgulayan çıkışlar yaptı. Adnan Menderes, Turgut Özal ve Alparslan Türkeş’in aileleri üzerinden de zaman zaman benzer siyasi beklentiler gündeme geldi.
Bu örneklerde kurulan partiler, bir davadan çok soyadına duyulan sadakatle şekillendi. Politik fikir değil, soy bağı ön plana çıktı. Partiler bir ideolojik ihtiyaçtan ziyade, bir tür “siyasi anıt mezar” gibi kuruldu: Anıyı yaşatmak, hatırayı kurumsallaştırmak, iktidarı aile içinde devam ettirmek. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Türkiye’de monarşi gerçekten sona mı erdi, yoksa yalnızca töreni mi değişti?
Çünkü demokrasi, halkın değil, soyadının önünü açtığı bir mecraya kolayca dönüşebilir. Sadece seçimle değil, “seçilecek soyad” ile var olmak anlam kazanabilir. Parlamentoda “babasının izinden giden” vekiller, belediye başkanları, hatta aday adayları sıklıkla karşımıza çıkar. Siyaset, nesiller arası devredilen bir mülk gibi görülür. Bir meslek değil, miras bırakılan bir servet gibi.
Bu da bizi monarşi ile demokrasi arasındaki çelişkiye getirir: Monarşi, bir soyun iktidarını kutsar. Demokrasi ise bu kutsallığı sorgulamalıdır. Ancak Türkiye pratiğinde demokrasi, bu kutsallığı sadece dönüştürüp yeniden üretir.
Padişah artık yok ama liderin çocuğu var. Saray yok ama genel merkez var. Cülus töreni yok ama medya önü çıkışlar, ilk mitingler, kurucu rozetler var. Meşveret meclisi yerine MYK, biat yerine oy var. Ancak özünde işleyen hâlâ aynı refleks: “Babamın partisini yaşatacağım”, “Onun kaldığı yerden devam edeceğim”, “Davanın emanetçisiyim” gibi söylemlerle meşruiyet kuruluyor. Bu, siyasi aklın değil, tarihsel bir alışkanlığın tekrarından başka bir şey değildir.
Cumhuriyet’in hedefi, yurttaşı kul olmaktan çıkarıp hak sahibi bireye dönüştürmekti. Ancak bazı isimler için siyaset hâlâ bir mülkiyet alanı gibi işliyor. Soyadı, fikirlerin önüne geçebiliyor. Bu durumda şu soruyu yeniden sormak gerekir: Gerçekten hanedanlığı kaldırdık mı, yoksa sadece aktörleri ve kostümleri mi değiştirdik?
Çünkü bazen demokrasi, yalnızca monarşinin yeni bir sahne versiyonuna dönüşür. O sahnede alkışlar aynı kalır; yalnızca replikler değişir.
Türkiye’de parti liderlerinin çocuklarının siyasete yönelmesi, sadece güç devri değil; aynı zamanda kadim aidiyet ve itaat biçimlerinin güncel bir yansımasıdır. Soyadının bir tür “siyasi tapu senedi” gibi işlemesi, seçmen davranışından medya söylemine kadar uzanan geniş bir kabullenişin izlerini taşır. Bu kabul yalnızca Osmanlı’ya değil, ondan da eskiye, biat kültürünün belleğe kazıdığı izlere kadar uzanır.
Tarihsel olarak Türkiye toplumu “güven” duygusunu bireysel liyakattan çok, ailevi devamlılıktan üretmiştir. Bir kişinin neyi temsil ettiğinden çok, kimden geldiği önemlidir. “O, filancanın oğludur” cümlesi, hâlâ birçok yerel ilişkide geçerli referanstır. Bu anlayış siyasi tercihlere de sirayet eder. Liderin çocuğu, yalnızca bir birey değil, babanın bıraktığı mirasın varisi gibi görülür. Seçmende “yarım kalanı tamamlama” hissi yaratır — adeta bir vasiyetin hayata geçirilmesi gibi.
Bu eğilim, kişiliğe değil aidiyete yönelen bir güven arayışıdır. Türkiye’de birey, çoğu zaman bir yere, bir soyadına, bir tarikata, bir mahalleye dayanmadan yeterli görülmez. Bu nedenle bir liderin çocuğu, herhangi bir adaydan daha itibarlı kabul edilir. Çünkü o, bireyden öte, geçmişle kurulan bir bağın temsilcisidir. Oy, bugüne değil; bir anıya, bir sadakate, bir eksik tamamlama duygusuna verilir.
Bunun ardında ise baba figürüne duyulan derin bir bağlılık yatar. Türkiye’de liderler çoğu zaman karizmatik baba figürleri olarak sevilir ya da sevilmez. Bu figürler ortadan kalktığında, çocuklar bilinçdışında “yetim kalmış ideolojinin vâsisi” gibi görülür. Bu durum hem bireyin kendi siyasi bilincini geliştirmesini engeller hem de toplumu “yetişkinleşemeyen bir kolektif çocukluk”ta tutar. Seçmen, rasyonel tercihten çok nostaljik özleme göre hareket eder.
Türkiye, kültürel olarak reis, şef, baba gibi otoriter ama koruyucu figürlere bağlanmayı sever. Bu figürlerin çocukları da o gölgenin sıcaklığında siyaset sahnesine çıkar. Soyadı, bir tür siyasi soy kütüğü işlevi görür. Bu da birey temelli değil, hikâye temelli bir siyasi algının hâkim olduğunu gösterir. Siyaset, bir görüş değil; bir taraf olma hâlidir.
Bu noktada sormamız gerekir: Türkiye’de siyaset, gerçekten bireylerin fikirlerine mi dayanıyor, yoksa soyadlarının oluşturduğu duygusal yankılara mı? Eğer ikincisiyse, bu sadece temsil meselesi değil; aynı zamanda bir kültürel travma tekrarının yansımasıdır. Birey olamayan toplum, kendi sesini değil; geçmişin yankılarını tekrar eder. Bu da değişimi zorlaştırır. Çünkü değişim, o yankılardan özgürleşmeyi gerektirir.
Belki de en çarpıcı fark burada ortaya çıkar: Sanatçının çocuğu başarısız olursa, yalnızca kendi hayal kırıklığını yaşar. Belki birkaç izleyici sıkılır, birkaç eleştirmen burun kıvırır; hepsi bu kadardır. Çünkü sanat, kamusal etkisi olan ama yıkıcı gücü sınırlı bir alandır. Yanlış bir nota, kötü bir film, vasat bir tablo — insanlığın trajedisini yaratmaz.
Ancak politikacının çocuğu başarısız olursa, bedel yalnızca ona ait olmaz. Yanlış bir karar, kötü yönetilen bir kriz, şahsi bir hırs… Bir ülkeyi, hatta bir kıtayı felakete sürükleyebilir. Bu nedenle siyaset, soyla değil liyakatle yürütülmelidir. Sanatta başarısızlık bir gölge olurken, siyasette başarısızlık karanlığa dönüşebilir.
Sanatçının çocuğu sahneye çıktığında yalnızca alkış ya da sessizlikle karşılaşır. Ama politikacının çocuğu kürsüye çıktığında, arkasında sadece bir soyadı değil, bir ulusun kaderi vardır. Bu farkı unutmak, yalnızca ahlaki değil, tarihsel bir gaflettir. Çünkü geçmiş, miras politikaları yüzünden çöken imparatorluklar, yıkılan cumhuriyetler ve acı çeken halklarla doludur.
Sanat, bireyin sesidir. Siyaset ise toplumun aklı. Biri eksikse en fazla içimiz susar; ama diğeri eksikse her şey yıkılır.
Sonuç olarak meseleye şöyle de bakabiliriz: Soyadıyla sergi açan biri başarısız olursa, kimse bir şey kaybetmez. Ama soyadıyla ülke yöneten biri başarısız olursa, halk yalnızca geleceğini değil, hafızasını da kaybedebilir.
Bu yüzden belki de en sade cümle, aynı zamanda en doğrusudur:
Sanatçının çocuğu başarısız olursa üzülürüz. Politikacının çocuğu başarısız olursa ölürüz.
YORUMLAR