Osmanlı’da toprak Allah’a aitti; padişah ise onun yeryüzündeki gölgesiydi. Bu anlayışın dünyevî karşılığı mirî sistemdi: Toprak kimsenin özel mülkü değildi; herkes onun işleyicisi ve kullanıcısıydı. Devlet toprağı dağıtır, toplar, yeniden dağıtırdı. Böylece hem üretim sürekliliği hem de askerî düzen sağlanırdı.
Ancak hiçbir sistem sonsuza kadar saf kalamaz. Mirî düzen de vakıflar aracılığıyla çözülmeye başladı. Başlangıçta toplumsal dayanışmanın ve kamusal hizmetin aracı olan vakıf kurumu, zamanla bir mülkiyet kaçış mekanizmasına dönüştü.
Devlet görevlileri, gelir kaynaklarını kaybetmemek için topraklarını “vakıf” gösteriyor, böylece hem mirî denetimden kurtuluyor hem de mülklerini dinî meşruiyetle koruma altına alıyorlardı.
“Hayr” kisvesi altında yürüyen bu süreç, aslında devletin kamusal denetim gücünü özel çıkarlara devretme biçimiydi.
Bir taşla iki kuş vuruluyordu: Zenginlik “ebedî sadaka” görünümüne bürünürken, toplumsal eşitsizlik de “kutsal” bir perdeyle gizleniyordu.
Böylece vakıf , hem ekonomik hem ideolojik bir silaha dönüştü — serveti kutsallaştırarak görünmez kılan bir düzeneğin parçası hâline geldi.
Bugün tablo çok farklı değil.
Modern devletin laik yüzü arkasında, benzer bir “hayırseverlik kapitalizmi” yükseliyor. Holdinglerin, siyasal çevrelerin ve cemaatlerin vakıfları, bir yandan “sosyal sorumluluk” vitrini kurarken, diğer yandan servetin, imtiyazın ve ideolojik nüfuzun yeniden dağıtım araçlarına dönüşüyor.
Bir hastane bağışı, bir burs programı ya da bir kültür merkezi açılışı, çoğu zaman ekonomik ve politik tahakkümün yumuşak yüzü olarak işlev görüyor.
“Hayr”, burada da çoğu zaman, hayrdan çok meşruiyet üretiminin biçimi haline geliyor.
Osmanlı’da vakıf sistemi mirî düzeni içten çürüttüyse, bugün de “vakıflaştırılmış sermaye” kamusal alanı sessizce özelleştiriyor.
Toplumun ortak kaynakları, yine “iyilik” perdesi arkasında özel çıkar alanlarına dönüştürülüyor.
İnsanın vicdanı ile çıkarı arasındaki en eski çatışma, bu kez vergi muafiyetli salonlarda, sponsorlu iftar sofralarında, logo baskılı yardımlarda sahneleniyor.
Geriye şu soru kalıyor:
Gerçekten yardım mı ediyoruz — yoksa yalnızca kutsal bir biçimde mülkümüzü mü koruyoruz?
Günümüz vakıfları, devletten bağımsız değil; aksine, onunla simbiyotik bir ilişki içinde.
Kimi, kamu kaynaklarını yönetiyor; kimi, vergi muafiyetleriyle güçleniyor; kimiyse doğrudan siyasal iktidarın ideolojik aygıtı haline geliyor.
Eğitimden sağlığa, medyadan kültüre kadar birçok alan “vakıf eliyle” dönüştürülüyor.
Bir toplumun vicdanı değil, yönü şekillendiriliyor. Vakıf artık bir iyilik kurumu değil, sistemin “yumuşak eli”, iktidarın toplumsal dokuda kurduğu görünmez ağ.
Hayırseverlik imajı, kapitalizmin en incelikli maskesi haline geldi.
Bir şirket işçisini düşük ücretle çalıştırıyor ama ardından aynı parayla burs fonu kuruyor.
Bir medya patronu kamusal tartışmayı tekeline alıyor ama “düşünce özgürlüğü vakfı” kurarak kendini aklıyor.
Bir siyasi yapı, devletin kaynaklarını vakıflar üzerinden “sivil toplum faaliyeti” diye dağıtıyor.
Böylece hayr, toplumsal sorumluluğun değil, iktidarın sürekliliğinin biçimi hâline geliyor.
Bugün vakıf, Osmanlı’daki gibi serveti korumanın değil sadece, zihniyeti kalıcılaştırmanın da aracı.
Bir bursla sadakat, bir yardım kolisiyle sessizlik, bir kültür etkinliğiyle yönelim üretiliyor.
Vakıf, artık sadece mülkün değil, bilincin de vakfı hâline geldi.
Kutsal bir perde altında, kamusal aklın yerini “şükran duygusu” alıyor.
Ve belki de en trajik nokta şu:
Gerçek dayanışma, bu hayr imparatorluklarının gölgesinde sönümleniyor.
İyilik bile artık piyasa değeri olan bir gösteri.
YORUMLAR