DOLAR 32,9949 -0.11%
EURO 35,8195 -0.26%
ALTIN 2.528,010,83
BITCOIN 22649041,76%
İzmir
33°

AÇIK

berkan mahlıçlı

berkan mahlıçlı

27 Temmuz 2024 Cumartesi

TESBİH BÖCEĞİ

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Birileri bu özgeçmişlerle işe girecek, çalışacak, kavga edecek, çekişecek ve bir şekilde de özgeleceğine gidecekti. 

İnsan kaynaklarının angarya olarak yolladığı özgeçmişleri okumak ve göstermelik de olsa bir kanıya varmış gibi içlerinden birini patrona önermekle görevli bir memur için işini savsaklamanın bin bir yolu vardır.

Tam mesai bitiminde önüne konulan bu angaryadan suratı iyice ekşimiş olan Yusuf da bu yollardan birini bulacaktı elbet.

Bezgin aklında mıh gibi duran değişmez yargısına göre yapılması gereken iş, birkaç kâğıt arasından birini seçmek ve bir gerekçe uydurup imzaya yollamaktan ibaretti. 

Özgeçmişler hangi sıkıntılı anlarda, hangi dualar, hangi adaklarla yazılmış olursa olsun nihayetinde bıkkın bir memur için bir deste kâğıttan daha fazla anlam taşımıyordu.

Birtakım okullar, süslü ve karmaşık isimli bölümler, sayılar, dereceler, sertifikalar, diller, programlar…

Hepsi birbirinin neredeyse aynı olan bu kağıtların farklı insanlar, farklı ruhlar tarafından farklı yerlerde yazıldığını anlamak gerçekten imkânsız görünüyordu.

Zaten ne bunu düşünecek ne de gereksiz yere harcayacak zamanı vardı.

Yusuf, her sabah arabasıyla işine giderken sağa dönmek için kavşakta bekleyen şapşalların önüne ara sokaklardan geçmeyi bile zaman kazanmak olarak görüyor ve kazandığı zamanı bol bol bunalarak harcıyordu.

Birileri işe girecekti işte.

Çalışacak, kavga edecek, çekişecek ve bir şekilde de gidecekti.

Mesai biteli hayli oldu.

Yusuf, küstahlıkla ve üzerine yıkılmış bu gönülsüz işin hakkettiği kabalıkla özgeçmişleri çantasına tepti.

Evine varınca çantasını bir köşeye fırlattı ve ertesi sabah, taptaze bir bıkkınlıkla işine gitmek için kapıdan çıkacağı ana kadar dönüp bakmadı bile.

Baktığındaysa artık yeni bir bıkkınlığı vardı.

Aceleyle ve kendine has küstahlıkla kağıtları holde bekleyen dokuz yaşındaki oğluna uzattı.

-Birini seç ve bana ver. Kalanlar senin olsun. İster resim yap, ister uçak.

Çocuk, babasının fırlattığı kağıtları topladı.

Kırışmış olanları düzeltti.

Bir taraftan da ne olduklarını anlamaya çalışıyordu.

Bir çocuk için bile ayırt edici çok az farklılıkları vardı.

Aynı patikada yürümeye ve taş toplamaya zorlanmış insanlar nasıl hep benzer taşlarla dönerse bu kağıtların sahipleri de aynı yoldan geçmiş, hatta yolda bekleyen bir tek adama peşi sıra kağıtlarını yazdırmış gibiydiler. 

Buruşmuş, dertop olmuş bir kâğıdı düzeltti çocuk.

Yine aynı sıkıcı ve afonfisli şeylerle karşılaştı.

Yusuf, bir yandan ayakkabısını giyiyor bir taraftan da oğluna laf yetiştiriyordu.

-Birini seç işte! İşe alınacak!

Holün ortasında yerde oturan çocuk, elindeki kâğıdı babasına uzattı:

-Bunu alın!

Belki bunalmaktan da bunalmış olan Yusuf, başına iş arıyormuş gibi gülerek sordu.

Duyması muhtemel ve ancak bir çocuğun ağzından çıkacak kadar saçma bir sebebe akşama kadar gülmekti niyeti.

-Tamam alsınlar da neden bu?

-Bir tek bu tesbih böceklerini seviyormuş.

Yusuf çoktandır hazırladığı kahkahasını tabanca gibi patlattı.

Hoşuna gitmişti. Kavşaktaki şapşallar, onlardan çalacağı zaman, patron ve yeni bıkkınlıklar biraz daha bekleyebilirdi.

Üsteledi Yusuf!

Başka ne severmiş bu adam?

Gökyüzüne bakmayı ve tesbih böceklerini seviyormuş dedi çocuk. Sonra kâğıdı babasına uzatıp sanki ansızın çağırılmış gibi koşarak salondaki Benjamin saksısında bir şeyler aramaya başladı.

Yusuf’un gözü elindeki özgeçmişe, özellikle de tesbih böceği ve gökyüzü yazan yere takılmıştı. Çocuk avucuna topladığı üç beş tesbih böceği ile geri döndü. Yusuf’un  takılmaya alışık gözleri, böceklere mi yoksa o böcekleri tutan çocuğun parlak gözlerine mi takılması gerektiğine karar veremiyordu.

Gözlerindeki bunca tereddüde aldırmadan çocuktaki heyecanla ilgilendi.

Bir zamandır onlara saksıda bakıyordu demek!

Ne işe yararmış bu böcek diye sordu Yusuf.

Sesi şaşkın ve ciddiydi.

‘Bilmem’ dedi çocuk. 

Böceklere bakarak devam etti:

-Korkunca top gibi oluyorlar.

-Olmadılar ama?

-Benden korkuyorlardı eskiden. Şimdi artık korkmuyorlar!

-Sana güveniyorlar yani!

-Evet.

-Neden daha önce göstermedin bunları?

-Böcek diye öldürürsünüz sandım.

-Güvenmedin yani bize

Yusuf, oğlunun verdiği buruşuk kâğıdı çantasına koydu ve oğlunu korkmuş bir tesbih böceği gibi bırakıp kapıdan çıktı.

Apartman boşluğunda biraz önce patlattığı kahkahası hala yankılanırken Yusuf çoktan sokağa çıkmış sus pus bir halde arabasına doğru yürüyordu.

Adımları yavaşlamıştı.

Yusuf yavaşlamayı hissetti.

Tam bu yavaşlığın ağır ahengine kaptırmıştı ki kendini,

Durdu.

Başını yukarı kaldırıp göğe baktı.

Göğe bakan herkes gibi Yusuf da en son ne zaman göğe baktığını düşünecekti fakat herkesten farklı olarak en son ne zaman boşluğun ortasında amaçsızca durduğunu düşündü.

Henüz bir tesbih böceği gibi davrandığının farkında değildi.

Çantasını açtı ve oğlunun verdiği buruşuk kâğıda baktı.

Henüz kâğıdın da tesbih böceği gibi davrandığını bilmiyordu.

Basından…

“Yalnız Dünya’nın seçkin üniversiteleri ve büyük şirketleri değil, artık herkes kendini ve hayatı fark etmeye çalışan insanların peşinde…”

Devamını Oku

ŞEHİTLİK ve AYDINLIK…

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Nutuk hakkında sonradan kimi itirazlar yapılmıştır bilirsiniz.

Bunlardan biri de Halide Edib ile ilgilidir.

Nutuk’ta yer alan bir mektup vardır ve Mustafa Kemal Paşa bu mektubu Halide Hanım’dan aldığını söylemektedir.

Fakat Halide Hanım bunu kabul etmez.

“Böyle bir mektubum yok!” diye itiraz eder.

İşin dedikodu tarafını belki sonra konuşuruz fakat bu mektupta öteden beri ilgimi çeken bir yer var ki kim yazmış olursa olsun son derece esir edici bir etkiyle okuyanı hemen kendine bağlar.

Nutuk’un ilk basımında 10 ağustos 1919 tarihli ve Halide Edib imzasıyla yayımlanan mektubun yazıya konu bölümü. “Muhterem efendim” hitabıyla başlayan mektubun bu kısmı taş baskı tekniğinde özel emek sarfedilerek altı çizili olarak basılmıştır.

“Hudûdunda bu kadar çok evlâdı ölen zavallı memleketimizin fikir ve çağdaşlaşma muharebesinde kaç tane şehidi var?”

 

Sahi bizim kaç şehidimiz var?

Sadece sınırlarımızda yatan şehitlerimiz yetmiyor mu bağımsız olmaya?

Şart mıdır fikir yolunda da birilerini kurban etmek?

 

 

“Din şehîd ister, âsüman (1) kurban;

Her zaman her tarafda kan, kan, kan!.”

                                               Tevfik Fikret

 

Peki ne kadar kan, ne kadar acı gerekiyor daha?

Kime bu kadar kurban?

 

Kan döküp savunduğumuz Çanakkale’yi ziyaret ederseniz lütfen dikkatle bakın. İngiliz anıtlarının bizimkilerden önce yapıldığını göreceksiniz.

 

Tabyalarımızın anahtarlarını kendi ellerimizle emperyalistlere vermeseydik, üzerinde ikbal uğruna tepindiğimiz şehitlerimize eğilip kulak kabartsaydık Sakarya’ya Dumlupınar’a binlerce yeni şehide gerek kalır mıydı?

 

Kendi ellerimizle katlettiğimiz Mumcu’ları, Kışlalı’ları, Türkan Saylan’ları dinleseydik en azından yaşatabilseydik yine bu günleri, bu acıları başımıza sarar mıydık?

 

Bu kana, acıya, şehide doymaz ahmaklığımızla daha ne kadar sınanacağız?

Ne kadar daha efsunlanmış gibi tapınacağız ona?

Ne zamana kadar taze analarımıza ilk loğusalığında musallat olan bu Kızıl Albıs’a(2) tahammül edeceğiz?

Bayraktaki bunca kızıl, bunca kan da mı yetmiyor bu arsız cadıyı göbeği düşmemiş bebelerimizden uzak tutmaya?

Eğer bugün şehitlerimizi anacaksak,

Eğer gerçekten bu kan, keder ve acı deryasından bunaldıysak, alt etmemiz gereken ilk şey işte bu, taşı çatlatan ahmaklığımız değil mi? Onu alıp karşımıza, bizden 4aldıklarını burnundan getirmedikçe sınırlarımızda da fikir yolunda da yeterince kurbanımız var diyebilir miyiz?

Türkan Saylan’ı anladığını sananların, divanelere dönüp ilahiler üfürdüğü bugün ve onlara karşı susup oturduğumuz her an, bu kana doymaz ilahın mihrabında diz çökmüş olmuyor muyuz?

Bu biçarelerle kol kola meşk ettiğimiz ayinlerden, Türkan kırmızısı rujun hakkı için bile olsa bir gün gelecek utanmayacak mıyız?

Uğur Mumcu’nun katledildiği gün Erdal’ın katillerinden medet, ikbal ve şöhret umanların dümen suyunda gitmek ileride dökeceğimiz gözyaşı deryasına şimdiden ve baştan ayağa gark olmak demek değil mi?

Daha kaç Türkan daha kaç Uğur daha kaç Mehmet yeter karnımızın sancıması için?

Daha kaç Kerem daha kaç Nazım ister sol yanımızdaki sefil nasır, acıması için?

Kendi çocuklarımızı kendi ellerimizle kızıl sunaklarda daha ne kadar kurban edeceğiz?

Kanlı ellerimizle ağıtlar yakıp kâh tütüp giden ruhlarına, kâh seğirerek sönen umutlarına daha ne kadar feryat edeceğiz?

Daha ne kadar katlanacağız bu yeri göğü tutan miskinliğimize?

…..

Bana sorarsanız dostlarım, okunacak bunca aydını olan bir halkın ölmeye de öldürülmeye de vakti yoktur. Şehitliği kadar aydınlığı da bol olan bu ülkede, eğer hala karanlıkta hissediyorsak kendimizi, gözlerimizi kapadığımızdandır.

Biz tarihe diyetimizi ödeyeli çok oldu.

Bu memleketin artık ahmaklık tanrısına verecek ne bir damla kanı, ne evladı var!

Şemsiyeleri ters çevirmiş,

Gözlere çöl tozu savurmuş olsa da bugün,

“Bu rüzgâr-ı bi medetin İnkılabı var!” (3)

 

  1. Asuman: Gök, sema
  2. Kızıl Albıs: Türk – Altay inanışında özellikle loğusalara musallat olan kötücül varlık. Cadı. Albasmasının nedeni olduğuna inanılır. Günümüzde loğusaların başlarına bağladıkları kırmızı kurdelenin ve ikram ettikleri kırmızı loğusa şerbetinin sebebi bu varlıktan korunmak içindir.
  3. Bu medetsiz/çaresiz bırakan rüzgârın inkılabı var. Lale Devrinin ünlü şairi Nedim’in bir dörtlüğünün son dizesidir. Büyük bestekar Lemi Atlı tarafından bestelenen dörtlük, bir dönemin yasaklı şarkılarındandır. Bunu da sonra konuşuruz.
  4. Ç harfinin Türk abecesindeki sıra numarası. Çerağ(ışık, kandil, aydınlık)’a atıf.
Devamını Oku

YANGIN YERİ

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Aşklarıyla tanınan pek büyük bir şairin hayatını yitirdiği gün ülkesinde bazı günahlar henüz bilinmezmiş.

Şairin ardında bıraktığı terk edilmiş notlarını, müsveddelerini kurcalamak, okumak, anlamlar çıkarmak kadar güzel ve çekici pek az günah olduğu düşünülürmüş.

Asım bey de ünlü şairin evraklarını karıştırırken böyle hissediyordu.

Üzeri çizilmiş kelimeler, karalamalar, anlamsız fakat kimbilir hangi çağda kıymeti anlaşılacak bir takım bilinçaltı çizgileri, işaretler,
Hesaplar,
Gülcemal resimleri,
Kırmızı bayraklı gemiler.

Okunur okunmaz durulan ve sanki kağıda sinmiş bir ruhu rahatsız etmekten korkarak yumuşakça fısıldanan kadın isimleri…

Münevver,
Nurinnisa,
Aliye.

Bir de ıslandığı için zor okunan silik bir isim.
….leksandra…

İhtimal Aleksandra olmalı.
Ya “Adı luksandra” yazıyorsa?

Sahibini yitirmiş ve üzerinde çok hayal kurulmuş şeyler, tıpkı terk edilmiş çocuklar gibi yeni insana soğuk bakarlar.

Bir müddet o şeylerle susmak gerekir.

Hem susmak insana kendini duymak hakkı da verirmiş.

Asım bey de susuyor.

Aleksandra olmalı!
Bak şu feleğin cilvesine.
Sait Faik Bey’in de bi Aleksandrası olacaktı.
Aman yoksa ….

Hadi canım sen de!
Daha neler!

İnsanoğlunun en eski damarı olan fesatlıktan değil bu aklıma gelenler.

Tozlu sandıkları açarken duyulan ürpertici haz ne zaman kalbiyle midesi arasında çırpınırsa bir insanın, onu muradından alıkoyacak güç yaratılmamış da ondan.

….leksandra.
Kimbilir kim bu
…leksandra?

Islanmadığı için sağlam kalan yerlerde yarım yamalak bilgiler var.

-Çocuk susmak oyunundan sıkılıyor-

Bir zalimin yanında gündelikçiymiş zavallı ….leksandra.
Konyak seviyor ve sabahın köründe işe gidiyormuş.

Tam okunmuyor.

Alelade bir rus romanının aralığından sevilivermiş kız izlenimi uyandırıyor insanda.

Yazıldıktan sonra ıslak diş fırçasına sarılan bir kağıt ne kadar okunabilirse o kadar okunabiliyor.

Yine silik bir yer…
….. yan yana yazılırdı duvarlara.
…….. yangın yerlerinde.

Ne tuhaf iş! Her şeyi silen su, yangının adını silememiş.

Asım bey duralıyor.

Yangın yerlerinde duvarlara ne yazılabilir ki?

Adlarımız yazılabilir.
Başka?

Öyle ha deyince duvara yazılacak şeyler olmaz ki insanın aklında.

Okunmuyor.

Suyun insafıyla kalmış bir iki is kokulu kelimeden bu büyük sır anlaşılmıyor.

….

Bu bilinmezlik içinde büyük şairin ölümünün üzerinden tam 42 yıl geçti.

Sıcak bir temmuz günü, Asım bey sonradan yangın yeri olarak anılacak yerde bir merdiven basamağında ölümü bekliyordu.

Duman henüz genzini yakmamıştı.
Ütülü lacivert pantalonu ve elindeki elbise askısıyla oturuyordu.

Asım bey 66 yaşındaydı.

Kendini ölümden korumak ve katilini savuşturmak için düşündüğü tek çare elindeki elbise askısıydı.

Altmış altı yılda okuduğu onca kitapta yerini bulamamış olacak ki vahşi bir katile reva gördüğü en elem verici silah bile bir elbise askısısından öteye gidemiyordu.

Asım bey o gün, kalın camlı gözlükleri, lacivert pantolonu, naifliği ve elindeki elbise askısıyla birlikte yandı.

Yangın yerinin bir duvarına adı yazıldı.

Ardında karıştırılacak onlarca evrak bıraktı.

Derler ki Asım bey yakıldıktan sonra bir daha o memlekette hiç kimse yangın yerlerinde duvarlara ne yazılabileceğini düşünmemiş.

Ve yine derler ki
bir şairin kağıtlarını kurcalamaktan daha büyük ve hatta adı anılmayacak kadar büyük günahlar da varmış.

Berkan Mahlıçlı

*Asım bezirci
Edebiyat eleştirmeni.
1967 yılında Orhan veli’nin yaşamı ve şiiri üzerine bir inceleme yayımladı.
66 yaşındayken 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta yakıldı.

**Orhan Veli’nin son şiiri, ölümünden sonra “Aşk Resmi Geçidi” adıyla son yaprak dergisinde okunamayan yerler boş bırakılarak yayımlandı.
…leksandra’nın kim olduğu hala bilinmiyor.

Devamını Oku