DOLAR 32,5020 -0.14%
EURO 34,9686 0.29%
ALTIN 2.435,370,52
BITCOIN 2074748-1,45%
İzmir
23°

PARÇALI AZ BULUTLU

Av. Murat Fatih Ülkü

Av. Murat Fatih Ülkü

09 Mayıs 2023 Salı

GERÇEĞİ GÖREBİLECEK MİYİZ?

1

BEĞENDİM

ABONE OL

Çocukken kovboy filmlerinde nehir kenarlarında ellerinde elekler ile altın aranan sahneler var zihnimin köşesinde, çocukluğa ilişkin anımsanan çok şey gibi biraz gölgeli. Ama şimdi önümüzde hiç de gölgeli olmayan, fazlasıyla acı, fazlasıyla korkunç, tüm bu acılığı ve korkunçluğu ile fazlasıyla ağır ve ne yazık ki göz göre göre gelen bir gerçek var. Yerinden oynayan, kayan milyonlarca metreküp toprak, altında 9 emekçi, Fırat nehrine, toprağa, barajlara ve yeraltı sularına karışma olasılığı bulunan siyanür ve ağır metaller.

Artık nehir kenarlarında elekler ile aranmıyor altın, içinde kapitalizmin maliyet hesabına uygun oranda altın bulunan yerlerde, siyanür liçi (daha anlaşılır haliyle siyanürle yıkama) yöntemi ile topraktaki altın ve diger değerli metaller bir yana, kalan gereksiz (!) yığın (kime, neye göre gereksiz olduğu da ayrı bir tartışma konusu tabi) bir yana ayrılarak aranıyor altın. İşte Erzincan İliç’te kayarak felakete yol açan bu yığın. Bu yığının içinde siyanür dışında, siyanür liçinden önce toprakta zararsız bileşikler halinde bulunan arsenik, antimon, kadmiyum, kurşun, civa, molibden gibi ağır metaller de serbestleşmiş ve zararlı forma dönüşmüş halde ve bolca bulunuyor. Siyanürle yıkamadan önceki sondaj çalışmalarının, bölgenin “sıyırma” diye adlandırılan ağaçsızlaştırılmasının, patlatma çalışmalarının çevreye zararlarına da kısaca değinmekle yetinelim.

Yargı Siyanür Liçi Yöntemine 27 Yıl Önce “Dur” Dedi

24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesi ve bu sıralar epeyce sevimli anlatılan rahmetli Özal döneminde, denetimsiz biçimde vahşi kapitalizmin saldırısına açılmak istenen ülkemizde, ilk önce 1980’lerin sonunda Balıkesir/Havran-Küçükdere’de denenmek istenen, yörede toplumsal direniş ile karşılaşınca o dönem için izin alamayan siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletmeciliği, hemen arkasından Bergama’ya yönelmişti. Bu siyanürlü altın girişimi, yörede ülkemiz açısından çok önemli ve birçok açıdan ilkler ile dolu bir çevre mücadelesi yarattı. Hukuksal, bilimsel, toplumsal yönleri ile büyük bir mücadele, kitaplara, belgesellere konu çetin, zorlu bir mücadele. İşte bu mücadelede 27 yıl önce 1997 yılında Danıştay 6. Dairesi “siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletmeciliğinin getireceği ekonomik yarar ile insan yaşamı arasındaki denge her zaman insan yaşamından yanadır, siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletmeciliğine izin veren işlemler hukuka aykırıdır.” dedi.  

Ama olması gereken olmadı, belki de daha doğru bir ifadeyle bizim ülkemiz açısından beklenen oldu ve bu yüksek yargı kararına rağmen siyanür liçi yöntemi devam etti, yaygınlaştı, yargı kararının uygulanmamasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı dahi ile karşılaştık. 

Burada AKP iktidarı dönemine de ayrı bir yer vermek gerek, pek çok konuda olduğu gibi, vahşi kapitalizmin madencilik yoluyla olan saldırısı, AKP iktidarında doruk (!) noktasına ulaştı, altın madeni alanı ruhsatları çığ gibi büyüdü ülkemizde. 

Mücadele Edenlere Atılan İftiralar 

Bu mücadelelere destek olmanın, hukuksal mücadele yürütmenin bir bedeli olacaktı tabi ki, direnmek, mücadele etmek isteyenlere korku salmak gerekiyordu, Bergama’daki ünlü çevre mücadelesine destek veren Senih Özay, Birsel Lemke, Sefa Taşkın, Oktay Konyar Alman ajanlığı ile suçlanarak DGM’de yargılandılar, beraat ettiler. 

Yine Erzincan İliç’teki altın madeni hakkında soruşturma yürüten İlhan Cihaner’in, FETÖ mensubu (o zamanlar adı cemaatti ve siyasal iktidar ile birlikte hareket ediyorlardı.) savcı ve yargıçların etkin olduğu kumpas ile cezaevine gönderildiğini de anımsayalım. 

Düşünmeden edemiyorum, vahşi kapitalizm, denetimsizlik madencilik, “bir yerde maden varsa mutlaka çıkarılmalıdır” anlayışı eleştirilmeli tabi, dilimiz döndüğünce de eleştiriyoruz, ama işlevselliği epey tartışmalı altına bizim verdiğimiz değeri, altına yönelik talebimizi sorgulamanın zamanı gelmemiş midir? Gerçekler tüm çıplaklığı ile önümüze serilmişken, altının parıltısı gördüklerimizi gölgeli hale getirmeye devam edecek mi halen?

Devamını Oku

CHP KURULTAYININ ARDINDAN

1

BEĞENDİM

ABONE OL

CHP kurultayını yaşadık birlikte. “Kurultaylar partisi” diye haksızca eleştirilmeye çalışılan CHP’de, ülkemizin geldiği noktada halen iyi-kötü, eksiği-gediğiyle bir parti içi yarış olabilmesini önemli buluyorum. Ama bu kurultaya giderken, CHP’nin tarihi bir eşikte olduğunu, parti tabanı ile CHP genel merkezi arasındaki bağın büyük oranda koptuğunu çokça söyledik, yazdık. Hatta, bu olgu muhalif aday diye ortaya çıkan sayın Özgür Özel’in söylemlerine dahi yansıdı. Sonunda da “değişme-yenileşme” diyen Özgür Özel kazandı.

Evet, son 13,5 yıldır CHP’yi ideolojik olarak bambaşka yerlere savurmaya çalışan; kendisinin kullandığı terimlerden yararlanırsak; güvenli bir limanda aldığı gemiyi, omurgası zedelenmiş, pusulasını kaybetmiş, başka yöne giden gemilerin tayfaları ile doldurarak her dalga ve rüzgarda başka yere savrulur hale getirmiş bir kaptan olan sayın Kılıçdaroğlu genel başkanlığı kaybetti. 

 

Sadece Genel Başkan Değişikliği Yetmez

Peki, sadece sayın Özel’in genel başkanlığı kazanması, CHP’de “değişim-yenileşme” için yeterli mi? Önce onu sorgulayalım. Zira CHP’den; anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşının derinliklerinden gelen, dev bir cumhuriyet devrimi yapmış; özünde, geleneklerinde devrim, değişim, önderlik olan, 12 Eylül darbesinin kapattığı, sonradan açılan partiler içinde (gerçek anlamda) yaşamayı başaran, mayasında aydınlanma, çağdaş uygarlık hedefi olan bir partiden söz ediyoruz. 

Uzun uzun yazmaya gerek de yok, bu yazının sınırları da yetmez, son 13,5 yılda CHP’yi kendi özünden, kuruluş felsefesinden, devrimci/yurtsever/sol/Atatürkçü özünden uzaklaştıran siyaseti kurgulayan sayın Kılıçdaroğlu’nun çekirdek ekibinden sayın Özel. O nedenle, son 13,5 yılın sorumluluğunu sırtında taşıyor dersek, yanılmış olmayız. 

 

Cumhuriyet’in Kazanımlarını Sahiplenen Yeni Bir Gelecek Hayali 

Yeni CHP yönetiminin ve sayın Özel’in; her şeyden önce somut bir özeleştiri ortaya koyarak, CHP’ye ilkelerini ve kimliğini hızla kaybettiren yönetim anlayışını, fikir ve çözüm üretemeyen, kısır polemiklerin arkasında sisteme uyumlu bir muhalefet anlayışını terk ederek; yerine Cumhuriyet kazanımlarını tereddütsüz ve çekinmeden sahiplenerek toplumun önüne 21.yüzyıl gerçeklerine uygun yeni bir gelecek hayali koyan bir yaklaşımı benimsemesi gerekiyor. 

CHP’de gerçek bir değişimin/yenileşmenin olabilmesi için; küreselleşmenin dayattığı ideolojik işgalden, bazıları solcu görünümlü, bazıları solcu görünmeye bile ihtiyaç duymayan neo-liberallerin, ikinci Cumhuriyetçilerin siyasal İslamcıların, bölücü-Kürtçülerin el üstünde tutulduğu bir parti olmaktan kurtarabilecek; hem ideolojik, hem de kişisel bazda partinin yörüngesini belirmede etkin olan 10 Aralık hareketinin sultasını ve tabanı partiden uzaklaştıran, siyasetin ahbap çavuş ilişkileri çerçevesinde yürütülmesi kısır döngüsünü kırabilecek bir yönetime gereksinim vardır. Yeni CHP yönetimi; AKP iktidarında geçen 21 yıllık dönemde, tepkilerini göstermek ve mücadele etmek için çırpınan haksızlığa uğramış emekçiler, köylüler, emekliler, özelleştirme mağdurları, dar gelirliler, memurlar ve daha pek çok kesimle birlikte örgütlü ve kitlesel bir muhalefeti yaşama geçirmenin yöntemlerini bulmak zorundadır. 

Sayın Özel ve ekibi; çok büyük oranda yandaş hale gelmiş medyanın, sayın Kılıçdaroğlu’nun çok önem verdiği küreselleşmenin sözcülüğüne soyunmuş kerameti kendinden menkul algı yöneticilerinin estirdiği rüzgarlara direnerek, Cumhuriyet’in 100. yılında bir daha gördüğümüz üzere, gerçek muhalefet odağı haline gelmiş Cumhuriyet kazanımlarını sahiplenen kitleleri örgütleyebilecek midir? 

Yoksa, sadece genel başkan değişimi ile, hem de partideki ideolojik savrulmayı yaratmış bir genel başkanın çekirdek kadrosundan yeni bir genel başkanın gelmesi ile sorunların çözüleceğini hayal etmek, hayalden ibaret kalmaya mahkumdur.

Devamını Oku

CUMHURİYET’İN YÜZÜNCÜ YILI ve UNUTULAN HEDEFLER

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sanırım hepimiz, tüm kamuoyu Cumhuriyet’in yüzüncü yılının gerektiği gibi kutlanmadığı, gelecek kuşaklara yüzüncü yıl ile ilgili kalıcı eserler bırakılmadığı konusunda hemfikiriz. Tabi bu hemfikirlik, toplumun bazı kesimleri ve siyasal iktidar açısından belli bir memnuniyet anlamına da geliyor.

Peki son 21 yılda hızla ayrıştırılan toplumun diğer kesimleri ve esasen çoğunluğu olarak biz ne düşünüyoruz bu konuda? Evet tabi iktidarı kıyasıya eleştirelim bu konuda, eleştirmekte sonuna kadar da haklıyız, ama elimize bir çuvaldız alıp, biraz da kendimize batırsak iyi olacak. Cumhuriyet’in yüzüncü yılının 29 Ekim 2023’de kutlanacağı bir sürpriz olarak karşımıza çıkmadı, yıllardır belliydi. Bu kutlamanın akıllarda kalacak biçimde yapılması ve kalıcı eserler ile gelecek kuşaklara taşınması için de aylar, hatta yıllar öncesinden çalışmalar başlatmanın gerektiği de belliydi. 

KALICI ve SONUÇ BIRAKACAK ETKİNLİKLER

Burada kutlamadan kastımız –kesinlikle küçümsediğimiz düşünülmesin- hemen her yıl yinelenen sanatçıların, şarkıcıların konserleri değil. Cumhuriyet’in yüzüncü yılına özel belgesel film, öykü, roman, resim, heykel yarışmaları, Cumhuriyet felsefesi ile ilgili tebliğler sunulacak bir sempozyum gibi kalıcı ve sonuç bırakacak etkinliklerden söz etmeye çalışıyoruz. (Unuttuklarımız olabilir, örnekler vermeye çalıştım sadece) 

Peki bu konuda en büyük görev kime düşüyordu? Bravo, bildiniz Cumhuriyet’i kuran, Atatürk’ün ilk genel başkanı olduğu CHP’ye. CHP genel merkezinden bu konuda bir çaba gördük mü? CHP’nin yönettiği büyükşehir belediyelerinden bir gayret gördük mü? Benim takip ettiğim ve gözlemlediğim kadarıyla, hayır.

Neden derseniz, sanırım nedeni belli. CHP’yi son 13 yıldır CHP’nin geçmişinden utanmayı bir siyaset stratejisi sanan bir anlayış yönetiyor. Bu anlayıştan pek önemsediği, birinci önceliği haline getirdiği muhafazakar-siyasal İslamcı kesimler kırılır, üzülür diye güçlü bir Cumhuriyet vurgusu ve sahiplenmesi beklemek anlamlı değildi zaten. 

Bugün Cumhuriyet’e, kurucu felsefeye, Atatürk’e sahip çıkmanın, temel muhalefet ögesi haline geldiğini görmeyecek kadar feraset (!) sahibi bir anlayış yönetiyor CHP’yi. 

Fuzuli’nin dediği gibi işte; “söylesem yararı yok, sussam gönül razı değil.”

Cumhuriyet’in Temel Hedefi: Eşitlik

Türkiye’de Cumhuriyet devrimi anlamlandırmak, Cumhuriyet’in hedefleri konusunda pek çok kavrama başvurabiliriz; aydınlanma, reform, bağımsızlık, özgürlük gibi. Bu kavramların hepsi de Cumhuriyet devriminin içini dolduran kavramlardır, toplumsal yaşama yön vermişlerdir.

Biz bugün, söylemlerde bazen arkada kalabilen Cumhuriyet’in başka bir hedefinden, belki de daha doğru bir deyimle hayalinden söz etmek istiyoruz. Evet, Cumhuriyet, belki de en çok bir eşitlik hayaliydi; yüzyıllar boyu horlanan Türk köylüsü, Anadolu insanı açısından. Cumhuriyet devrimi güçlüyken sesini keserek destek verir görünüp, devrim heyecanını kaybedince dişlerini çıkaranlar da dahil, karşı çıkanların hedefinde hep bu eşitlik hayali vardı.

Cumhuriyet devriminin hukuk normları bağlamında bir hukuksal eşitlik sağladığı, bugün tartışma dışı diyebiliriz. Hak ve borçlara sahip olmada tam bir eşitlik öngören Medeni Kanun’un en temel örneği olduğu olağanüstü bir hukuk devrimi ile hukuksal eşitliği sağlamıştır Cumhuriyet. 

Bir dönem bazı sol çevrelerde oldukça sevilen “üstyapı devrimleri” nitelendirmesinin kısmen aksine; Cumhuriyet kamucu ekonomik yaklaşımı ile, Osmanlı’nın yüzyıllarca tamamen gözardı ettiği Anadolu’nun altyapısına verdiği önem ile, sağlık, eğitim, ulaştırma gibi devletin temel görevlerinde yaşama geçirmeye çalıştığı fırsat eşitliği ile, planlama kavramına verdiği önem ile, ekonomik anlamda da bir eşitlik hedefine en azından bir başlangıç oluşturmaya çalışmıştır. 

Tam bir eşitliğin, düşü kurulacak bir ütopya olduğunun altını çizdikten sonra, Cumhuriyet’in kurtuluş savaşını birlikte yürüttüğü sınıfların, sonrasında da asker-sivil bürokrasinin, Cumhuriyet’in güçlü olduğu dönemlerde eski deyimle sureti haktan görünerek, destek verdiği Cumhuriyet’in erken dönem devrimci ekonomik ve kültürel politikalarına, Cumhuriyet devrimi heyecanını yitirince en sert karşı çıkışları yaptığını anımsatmamız yararlı olacaktır. Köy Enstitüleri gibi, toprak reformu gibi. 

Yazımızın kapsamını çok aşan bu konuya kısaca değindikten sonra, ülkemizde geldiğimiz noktada, Cumhuriyet’in kurucu felsefesi ve devrimleri büyük oranda tasfiye edilirken, zaten geçen yıllar içinde epeyce aşındırılan “eşitlik” hayalinin, AKP iktidarı döneminden artık zihinlerden de silindiğini görmek oldukça üzücü. Kapitalizmin son aşaması küreselleşme ve acımasız ekonomi politikalarına büyük bir hevesle eklemlenen siyasal İslamcı AKP iktidarı döneminde, sosyal adalet açısından büyük önem taşıyan orta sınıfın hızla yoksullaştığını, orta-alt ve alt sınıfların ise artık yoksulluğun ötesine geçilerek açlıkla sınandığını, fırsat eşitliğinin sözcükler bazında dahi tozlu tavanaralarına atıldığını görüyoruz. Bu ekonomik politikaya karşı çıkışın ise, sadece “yardım”, “devlet katkısı” gibi dar bir çerçeveye sıkıştırılması; muhalefetin, CHP’nin dahi kamucu, devletçi ekonomik politikaları; fırsat eşitliğini, devletin temel görevlerini (eğitim, sağlık, ulaştırma gibi) yurttaşa parasız sağlamayı önermemesi (önerememesi demek daha mı doğru acaba?), Cumhuriyet’in eşitlik hedefinden ne kadar uzaklaştığımızın çarpıcı bir örneği.

Yüzüncü yılda içaçıcı bir yazı kaleme almak isterdi gönül ama, olmadı, bu buruk yazının sonunda Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlarken, bugün itibariyle Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet devriminin artık devletten çok halka emanet olduğunu da söylememiz gerek.

Devamını Oku

53 BORNOVALI YURTTAŞ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ege Üniversitesi 1959-1961 yıllarında, Bornovalı Osman Pamuk mirasçılarının bütün taşınmazlarını üniversite için kullanmak üzere kamulaştırır. Bugün itibariyle yüz milyonlarca, milyarlarca TL eden bu taşınmazların, geçmişte çok düşük rakamlarla kamulaştırılması sonrası Osman Pamuk’un mirasçıları ve ailesi ciddi yoksulluk içine düşerler.

Ancak bu taşınmazlar uzun yıllar kullanılmayarak boş bırakılır, 1990’lı yıllarda ise, bu taşınmazlardan biri Kipa’ya kiraya verilir ve üzerine alışveriş merkezi yapılır, sonraki yıllarda şirketler arası ticari devirlerle bugün 5M Migros olarak kullanılan market olur.

İşte bugün dede Osman Pamuk’un mirasçısı 53 Bornovalı yurttaş “bu kadar da olmaz” diyerek, yargı yoluna başvurarak taşınmazlarını geri istiyorlar.

Devlet, idare, kamu kurumları; kamusal bir gereksinim amacıyla kullanmak için zorunlu olduğunda, gerçek değerini malikine ödeyerek ve Anayasa ve ilgili yasalardaki koşullara uyarak taşınmazı kamulaştırabilirler.

Ancak devletin, idarenin, kamu kurumlarının Anayasal ve yasal koşullar çerçevesinde kullanabildikleri kamulaştırma yöntemi, kamulaştırmadan sonra taşınmaz üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecekleri, taşınmazı istedikleri gibi kullanabilecekleri anlamına gelmez.

Bu yönde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın çok sayıda kararları olmasına karşın, ülkemizde idarelerin taşınmazları kamulaştırdıktan sonra tamamen keyfi biçimde kullandıkları örneklere sık sık rastlıyoruz.

O zaman sormak gerekmez mi bu idarelere? “Madem gereksinim yoktu, neden kamulaştırdınız taşınmazı?”, “Sonradan taşınmaza gereksinim olmadığı ortaya çıktıysa, yasa açık, neden taşınmazı malikine iade etmediniz?”, “Sonra bütün bunlar yetmedi, yurttaşın elinde kamusal gereksinim diye aldığınız taşınmazı neden ticari amaçla kullandınız?”

Oysa, bu olayda 1959-1961 yıllarında yürürlükte olan İstimlak Kanunu da, sonra yürürlüğe giren Kamulaştırma Kanunu da açık, “kamulaştırma ihtiyacı için kullanımına gerek kalmayan taşınmaz malikine iade edilir.” Yani, üniversite için kamulaştırdığı taşınmazı, alışveriş merkezine, market zincirine kiraya vererek ticari amaçla kullanan Ege Üniversitesi yasayı ihlal etmiş durumdadır.

O yıllarda çocukken bu haksızlığa tanıklık eden, şu anda ailenin en büyükleri olan Mustafa Pamuk ve Ali Rıza Pamuk aracılığı ile tarafımıza başvuran 53 Bornovalı yurttaşın avukatı olarak, taşınmazın yurttaşlara iade edilmesi ve tazminat talebiyle İzmir 10. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmış bulunuyoruz. Amacımız bir yandan bu 53 yurttaşımızın haklarına, taşınmazlarına kavuşmasını sağlamak; bir yandan da, “idarelerin yurttaşların taşınmazlarını kamulaştırıp keyfi biçimde kullanamayacakları” yönündeki yüksek mahkemelerinin yerleşmiş içtihadının pekişmesini sağlamaktır.

Devamını Oku

TİPİK BİR EKONOMİ PRATİĞİ: ÇEŞME PROJESİ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soğuk savaşın bitmesi, SSCB önderliğindeki sosyalist bloğun çökmesi sonrası, küreselleşme adı altında kapitalizmin farklı bir evresine geçildiğini biliyoruz. Esasen çok boyutlu irdelenmesi gereken bu evrede; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada, birey konfora yönelik bir yaşam biçimine sıkıştırılıp, müşteriye çevrilirken, sorgulayan yaklaşımdan uzaklaştırılmak istendi, ne yazık ki epey de başarılı olundu.  

Küreselleşme, -kapitalizmin doğası gereği- kalkınmanın işlevsel boyutunu ve bölüşüm konularını tamamen göz ardı ederek; üretimin yanına çok irileşen finans sektörünü koyarak, toplumların gözünde sihirli ve sahte bir büyüme kavramı ile çok ciddi bir alalama süreci yarattı. Özellikle 2008 krizinde, toplam üretilen değerle finans sektörünün oluşturduğu yapay değer arasındaki farkın korkutucu boyutlara ulaştığı iyice bilinir hale gelince yaşanan tedirginlik sonrası, çözüm konusunda bağımlılık yaratan aynı yöntem denenmeye devam edildi, halen de edilmekte.

 

AKP’NİN BALON PROJELERİ

 

Ülkemize yansımaları 1980 darbesi ile başlayan, gittikçe yoğunlaşarak günümüzde de devam eden bu süreçte, sürece büyük bir istekle eklemlenen siyasal İslamcı gelenek; kamucu politikalar, işlevsel ve planlı kalkınma, sosyal adalet, hakça bölüşüm gibi tüm kavramları dışarıda bırakan, ülkemizi kontrolsüz, vahşi bir piyasa ekonomisi ve kapitalizmin dayatıldığı bir yaklaşıma teslim etmiştir. Bugün muhalefette gezinen bazı AKP eskilerinin etkin oldukları ve nedense pek bir övündükleri dönemde de, üretimden uzak, finans oyunları ve siyasal İslam geleneğinin en iyi anladığı betonlaşma yaklaşımıyla, sisli ve yapay büyüme görüntüsünün arkasına saklanarak ekonomide mucize yaratıldığı iddia edilmiştir. Esasen bugün yaşanan yıkım derecesindeki ekonomik krizin yolunun taşları döşenmiştir.

 

Aslında öncelikle, bugün birçok yerde dillere pelesenk olan “AKP’nin özellikle ilk on yılında özgürlükçü bir yaklaşımı vardı, ekonomi de iyi yönetiliyordu” biçimindeki dayanaksız ve ezbere söylemi ortadan kaldırmak gerek. Yukarıda söylediğimiz, sisli ve sahte büyüme rakamlarının arkasında; “altyapı yatırımı,” “proje” gibi süslü söylemler ile kamuoyunun ikna edilmeye çalışıldığı, AKP'nin betonlaşma politikasının yansımaları yaşanıyordu. Kamu eliyle yapılması gereken gerekliliği de tartışmalı projeler, kamu özel işbirliği (KÖİ) adı altında yandaş sermayeye yaptırılarak, toplumun sırtına ağır bir borç yükü bindiriliyor; inşaat sektörünün kısa vadede getirdiği hareketlilikten yararlanarak, bir süre sonra patlayacak bir sevimli balon yaratılıp, o balonu izlememiz isteniyordu.

 

ÇEŞME PROJESİ

 

İşte 3 yıla bir süredir konuştuğumuz Çeşme projesi tam da böyle bir projedir. Yüz binlerce dönüm alanı kapsayacak biçimde, içinde aklınıza gelebilecek her türlü koruma alanını barındıran bir bölge, yine tatlı ve süslü kapitalist söylemler ile yapılaşmaya açılmak istenmekte. Su fakiri bir bölgede golf sahaları yapmak gibi akla ziyan bölümler içeren, on binlerce yılda oluşmuş bir ekosistemi yok edebilecek, adı da sevimli olsun diye “turizm bölgesi ilanı” olarak konan Çeşme projesi, AKP’nin ve küreselleşmenin açıklamaya çalıştığımı özelliklerini bire bir taşımakta.

 

Bu proje için, son dönemdeki Çeşme ilçesinin popülerliğinden yararlanarak ve Çeşme ilçesinin bakir alanlarında önemli bir yapılaşma yaratarak, yine kısa vadeli inşaat sektörünün yaratacağı hareketlilik ile bir süre sonra patlayacak, üzerinde “zenginleşme”, “taşınmaz fiyatlarında artış” yazan sevimli bir balon yaratılıp kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa, son 40 yıldır hep denenen, artık küresel ölçekte de tükenme noktasına gelen küresel kapitalizmin bu yansımasını İzmirliler olarak elimizin tersiyle itmemiz gerekir.

 

Burada tüm ayrıntısı ile açıklamaya olanak yok, açılan davalarda Çeşme projesinin sakıncalarını ortaya koyan bilirkişi raporu sonrası, biraz ayak sürüyen yargı sürecinde, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, Çeşme projesi ile ilgili turizm bölgesi ilanına (sınırların yeniden belirlenmesine) ilişkin işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Ama deneyimliyiz bu konuda, projenin sınırlarında biraz değişiklik yapıp, bazı tepki çeken kısımları arkada bırakarak, yani biraz makyaj yaparak yine geleceklerdir. Peki biz ne yapacağız?  

           

İzmir kent merkezi, yoğun ve çarpık yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtulamadı, Çeşme’nin büyük kısmında, Karaburun yarımadasının bir bölümünde de yıkıcı etkiler epey yol aldı, şimdi sıra Urla ve Çeşme’nin güney kıyılarına geldi. Anlatmaya çalıştık; kapitalizmin bize gelişme diye yutturmak istediği “zenginlik”, “tüketim”, “büyüme” sarmalına feda mı edeceğiz yarımadayı, yoksa yarımadayı tarihine, kültürüne, coğrafyasına, doğal dengeye uygun biçimde koruyacak mıyız? Çeşme projesi için Bakanlığın videosundaki dil ile söyleyelim; “Çeşme’nin, Urla’nın, yarımadanın yeni bir hikayeye ihtiyacı yok, Çeşme, Urla, yarımada kendi hikayesini korusun yeter.” Biz böyle söyleyelim de, siz bize yine “istemezükçü” deyin.  

Devamını Oku