09 Mayıs 2023 Salı
Powell'dan faiz açıklaması:"Gerekirse faizleri yükseltmeye hazırız"
DEPREMLER VE YAPAY ETKİLEŞİMLER
SORUNLAR 'GERÇEKLERİ ÇARPITARAK' ÇÖZÜLMEZ SAYIN NUREDDİN NEBATİ!
Teknolojide zam durmuyor; Apple, bir zam daha yapmaya hazırlanıyor!
Nietzsche ve Doktor döven hanım
Ege Üniversitesi 1959-1961 yıllarında, Bornovalı Osman Pamuk mirasçılarının bütün taşınmazlarını üniversite için kullanmak üzere kamulaştırır. Bugün itibariyle yüz milyonlarca, milyarlarca TL eden bu taşınmazların, geçmişte çok düşük rakamlarla kamulaştırılması sonrası Osman Pamuk’un mirasçıları ve ailesi ciddi yoksulluk içine düşerler.
Ancak bu taşınmazlar uzun yıllar kullanılmayarak boş bırakılır, 1990’lı yıllarda ise, bu taşınmazlardan biri Kipa’ya kiraya verilir ve üzerine alışveriş merkezi yapılır, sonraki yıllarda şirketler arası ticari devirlerle bugün 5M Migros olarak kullanılan market olur.
İşte bugün dede Osman Pamuk’un mirasçısı 53 Bornovalı yurttaş “bu kadar da olmaz” diyerek, yargı yoluna başvurarak taşınmazlarını geri istiyorlar.
Devlet, idare, kamu kurumları; kamusal bir gereksinim amacıyla kullanmak için zorunlu olduğunda, gerçek değerini malikine ödeyerek ve Anayasa ve ilgili yasalardaki koşullara uyarak taşınmazı kamulaştırabilirler.
Ancak devletin, idarenin, kamu kurumlarının Anayasal ve yasal koşullar çerçevesinde kullanabildikleri kamulaştırma yöntemi, kamulaştırmadan sonra taşınmaz üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecekleri, taşınmazı istedikleri gibi kullanabilecekleri anlamına gelmez.
Bu yönde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın çok sayıda kararları olmasına karşın, ülkemizde idarelerin taşınmazları kamulaştırdıktan sonra tamamen keyfi biçimde kullandıkları örneklere sık sık rastlıyoruz.
O zaman sormak gerekmez mi bu idarelere? “Madem gereksinim yoktu, neden kamulaştırdınız taşınmazı?”, “Sonradan taşınmaza gereksinim olmadığı ortaya çıktıysa, yasa açık, neden taşınmazı malikine iade etmediniz?”, “Sonra bütün bunlar yetmedi, yurttaşın elinde kamusal gereksinim diye aldığınız taşınmazı neden ticari amaçla kullandınız?”
Oysa, bu olayda 1959-1961 yıllarında yürürlükte olan İstimlak Kanunu da, sonra yürürlüğe giren Kamulaştırma Kanunu da açık, “kamulaştırma ihtiyacı için kullanımına gerek kalmayan taşınmaz malikine iade edilir.” Yani, üniversite için kamulaştırdığı taşınmazı, alışveriş merkezine, market zincirine kiraya vererek ticari amaçla kullanan Ege Üniversitesi yasayı ihlal etmiş durumdadır.
O yıllarda çocukken bu haksızlığa tanıklık eden, şu anda ailenin en büyükleri olan Mustafa Pamuk ve Ali Rıza Pamuk aracılığı ile tarafımıza başvuran 53 Bornovalı yurttaşın avukatı olarak, taşınmazın yurttaşlara iade edilmesi ve tazminat talebiyle İzmir 10. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmış bulunuyoruz. Amacımız bir yandan bu 53 yurttaşımızın haklarına, taşınmazlarına kavuşmasını sağlamak; bir yandan da, “idarelerin yurttaşların taşınmazlarını kamulaştırıp keyfi biçimde kullanamayacakları” yönündeki yüksek mahkemelerinin yerleşmiş içtihadının pekişmesini sağlamaktır.
Soğuk savaşın bitmesi, SSCB önderliğindeki sosyalist bloğun çökmesi sonrası, küreselleşme adı altında kapitalizmin farklı bir evresine geçildiğini biliyoruz. Esasen çok boyutlu irdelenmesi gereken bu evrede; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada, birey konfora yönelik bir yaşam biçimine sıkıştırılıp, müşteriye çevrilirken, sorgulayan yaklaşımdan uzaklaştırılmak istendi, ne yazık ki epey de başarılı olundu.
Küreselleşme, -kapitalizmin doğası gereği- kalkınmanın işlevsel boyutunu ve bölüşüm konularını tamamen göz ardı ederek; üretimin yanına çok irileşen finans sektörünü koyarak, toplumların gözünde sihirli ve sahte bir büyüme kavramı ile çok ciddi bir alalama süreci yarattı. Özellikle 2008 krizinde, toplam üretilen değerle finans sektörünün oluşturduğu yapay değer arasındaki farkın korkutucu boyutlara ulaştığı iyice bilinir hale gelince yaşanan tedirginlik sonrası, çözüm konusunda bağımlılık yaratan aynı yöntem denenmeye devam edildi, halen de edilmekte.
Ülkemize yansımaları 1980 darbesi ile başlayan, gittikçe yoğunlaşarak günümüzde de devam eden bu süreçte, sürece büyük bir istekle eklemlenen siyasal İslamcı gelenek; kamucu politikalar, işlevsel ve planlı kalkınma, sosyal adalet, hakça bölüşüm gibi tüm kavramları dışarıda bırakan, ülkemizi kontrolsüz, vahşi bir piyasa ekonomisi ve kapitalizmin dayatıldığı bir yaklaşıma teslim etmiştir. Bugün muhalefette gezinen bazı AKP eskilerinin etkin oldukları ve nedense pek bir övündükleri dönemde de, üretimden uzak, finans oyunları ve siyasal İslam geleneğinin en iyi anladığı betonlaşma yaklaşımıyla, sisli ve yapay büyüme görüntüsünün arkasına saklanarak ekonomide mucize yaratıldığı iddia edilmiştir. Esasen bugün yaşanan yıkım derecesindeki ekonomik krizin yolunun taşları döşenmiştir.
Aslında öncelikle, bugün birçok yerde dillere pelesenk olan “AKP’nin özellikle ilk on yılında özgürlükçü bir yaklaşımı vardı, ekonomi de iyi yönetiliyordu” biçimindeki dayanaksız ve ezbere söylemi ortadan kaldırmak gerek. Yukarıda söylediğimiz, sisli ve sahte büyüme rakamlarının arkasında; “altyapı yatırımı,” “proje” gibi süslü söylemler ile kamuoyunun ikna edilmeye çalışıldığı, AKP'nin betonlaşma politikasının yansımaları yaşanıyordu. Kamu eliyle yapılması gereken gerekliliği de tartışmalı projeler, kamu özel işbirliği (KÖİ) adı altında yandaş sermayeye yaptırılarak, toplumun sırtına ağır bir borç yükü bindiriliyor; inşaat sektörünün kısa vadede getirdiği hareketlilikten yararlanarak, bir süre sonra patlayacak bir sevimli balon yaratılıp, o balonu izlememiz isteniyordu.
İşte 3 yıla bir süredir konuştuğumuz Çeşme projesi tam da böyle bir projedir. Yüz binlerce dönüm alanı kapsayacak biçimde, içinde aklınıza gelebilecek her türlü koruma alanını barındıran bir bölge, yine tatlı ve süslü kapitalist söylemler ile yapılaşmaya açılmak istenmekte. Su fakiri bir bölgede golf sahaları yapmak gibi akla ziyan bölümler içeren, on binlerce yılda oluşmuş bir ekosistemi yok edebilecek, adı da sevimli olsun diye “turizm bölgesi ilanı” olarak konan Çeşme projesi, AKP’nin ve küreselleşmenin açıklamaya çalıştığımı özelliklerini bire bir taşımakta.
Bu proje için, son dönemdeki Çeşme ilçesinin popülerliğinden yararlanarak ve Çeşme ilçesinin bakir alanlarında önemli bir yapılaşma yaratarak, yine kısa vadeli inşaat sektörünün yaratacağı hareketlilik ile bir süre sonra patlayacak, üzerinde “zenginleşme”, “taşınmaz fiyatlarında artış” yazan sevimli bir balon yaratılıp kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa, son 40 yıldır hep denenen, artık küresel ölçekte de tükenme noktasına gelen küresel kapitalizmin bu yansımasını İzmirliler olarak elimizin tersiyle itmemiz gerekir.
Burada tüm ayrıntısı ile açıklamaya olanak yok, açılan davalarda Çeşme projesinin sakıncalarını ortaya koyan bilirkişi raporu sonrası, biraz ayak sürüyen yargı sürecinde, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, Çeşme projesi ile ilgili turizm bölgesi ilanına (sınırların yeniden belirlenmesine) ilişkin işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Ama deneyimliyiz bu konuda, projenin sınırlarında biraz değişiklik yapıp, bazı tepki çeken kısımları arkada bırakarak, yani biraz makyaj yaparak yine geleceklerdir. Peki biz ne yapacağız?
İzmir kent merkezi, yoğun ve çarpık yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtulamadı, Çeşme’nin büyük kısmında, Karaburun yarımadasının bir bölümünde de yıkıcı etkiler epey yol aldı, şimdi sıra Urla ve Çeşme’nin güney kıyılarına geldi. Anlatmaya çalıştık; kapitalizmin bize gelişme diye yutturmak istediği “zenginlik”, “tüketim”, “büyüme” sarmalına feda mı edeceğiz yarımadayı, yoksa yarımadayı tarihine, kültürüne, coğrafyasına, doğal dengeye uygun biçimde koruyacak mıyız? Çeşme projesi için Bakanlığın videosundaki dil ile söyleyelim; “Çeşme’nin, Urla’nın, yarımadanın yeni bir hikayeye ihtiyacı yok, Çeşme, Urla, yarımada kendi hikayesini korusun yeter.” Biz böyle söyleyelim de, siz bize yine “istemezükçü” deyin.
Buca… İzmir'in farklı ilçelerinden biri. Geçmişi ile arasında büyük farklar barındıran; bugün, yoğun ve çarpık yapılaşması, bıktırıcı trafiği, çileden çıkaran altyapı sorunları ile biraz da göz ardı edilen ilçesi. Hem de, İzmir'in en büyük ilçesi olmasına rağmen. Bağbozumları, muhteşem eski evleri, bağları, bağ evleri, kozmopolit Ege kültürünü yansıtan mahalle dokusu çok büyük oranda anılarda ve en fazla 10 saniye bakıp hüzünlenip, sonra geçtiğimiz eski fotoğraflarda kalmış artık. Buca Heykel/Kasaplar Meydanı’ndan, Buca Lisesi'ne doğru ara sokaklardan yürüdüğünüzde, kısmen de olsa Ege kasabasından esintiler hissedebiliyorsunuz.
TALİHSİZ İLÇE
Buca göz ardı edildiği kadar talihsiz de bir ilçe. Yıllar içinde oluşturduğu ve İzmir için adeta simgesi haline geldiği yoğun ve çarpık yapılaşma; Dokuz Eylül Üniversitesi'nin bulunması nedeniyle iyice artan konut talebi, Buca ile inşaatı/betonu bir arada akla getiriyor.
Şimdi, içinde yine Buca’yı, yine yapılaşmayı bulduğumuz tartışma var önümüzde. Yıkılan Buca Cezaevi’nin bulunduğu yaklaşık 80 dönümlük alanın nasıl kullanılacağını tartışıyoruz, daha doğrusu biz tartışıyoruz ancak başkaları bize, İzmirliler’e, Bucalılar’a sormadan karar vermiş bile.
Biliyorsunuz, 30.10.2020 tarihinde İzmir’i derinden sarsan ve yıkıcı etkiler yaratan deprem sonrası, Buca Cezaevi’nin yıkımına karar verilmiş, bu yıkım o dönemde eleştirilere ve karşı çıkışlara rağmen, çevreye vereceği zararlar, insanların sağlık koşulları da tamamen göz ardı edilerek, asbest ve diğer tehlikeli maddelerin sökümü gerçekleştirilmeden acele bir şekilde gerçekleştirilmişti.
Bu dönemde Buca ve İzmir yerelinde, Buca Cezaevi’nin bulunduğu alanın tüm Bucalılar’ın, İzmirliler’in yararlanabileceği biçimde yeniden planlanarak, yeşil alan ve kamusal kullanım tercihi ile Buca’ya nefes alacak bir yer kazandırılacağı konusunda bir umut doğmuştu.
KİMSEYE SORMADAN YAPILAŞMA KARARI
Demiştik ya, bize akşamı-sabahı soran, umutlarımızı dikkate alan yok diye, meğer o sırada yapılaşmaya açma kararının taşları döşeniyormuş. Bakalım mı neler olduğuna;
04.03.2020 tarihinde, Buca Cezaevi’nin bulunduğu alandaki Adalet Bakanlığı-Hazine mülkiyeti hiçbir gereği/dayanağı yok iken, kamu yararı taşımadan İller Bankası Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş. Hemen sonra da, 04.08.2020 tarihinde Buca cezaevinin bulunduğu alan, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından rezerv yapı alanı olarak belirlenmiş.
Yaşanan bu sürecin (boş yere umut ettiğimiz) Buca Cezaevi alanını, temel gereksinim olan yeşil alan, park, deprem toplanma alanı, sosyal ve kültürel alan kullanım tercihine yönelik kullanmak olmadığı, -ne yazık ki ülkemizin artık kanıksanan bir klasiği olarak- aksine alanı yapılaşmaya açmak, yapılaşma yoğunluğunu arttırmak amacını taşıdığını da, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın imar planı değişiklikleri ile öğrendik. Daha önceden çok iyi bildiğimiz de, yapılaşma olgusunun ülkemizde yaşanan pratiği. Yani doğacak imar rantını devlet mülkiyeti ile yapılacak ihaleler yoluyla özel kişiler arasında paylaştırmak.
Oysa gerçek ortada. Buca ilçesinin ihtiyacı; yeşil alan, park sosyal ve kültürel kullanımlar, deprem toplanma alanları, meydanlar. Buca ilçesinin hem de göbeğinde yer alan böyle bir alanda yine yapılaşmaya, ticaret ve konut alanlarına, otopark ve trafik sorununa artık takati yok. Takati kalmayan Buca ilçesini halen 70 bin metrekareyi bulan yapılaşmalara zorlamak; Bucalılar’ı, İzmirliler’i mutsuz etmek; zaten son derece çarpık biçimde kentleşen İzmir ve Buca’da yaşayan yurttaşları, geleceklerini ve gelecek nesilleri, yeşilsiz, parksız, meydansız, nefessiz bir yaşama mahkum etmek demek.
Altını çizerek tek cümle ile yeniden söyleyelim. Buca Cezaevi'nin bulunduğu alan ile ilgili önceki imar planındaki yapılaşma yanlış iken, Bakanlık yaptığı yeni imar planı ile bu yapılaşmayı daha da arttırarak yanlışı büyüttü ve pekiştirdi, başka bir şey yapmadı.
İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NİN OLUMLU ADIMI
Son dönemde İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin; Buca cezaevinin bulunduğu alanın kamusal alan olarak kullanılmasına yönelik imar planı değişikliği yapması olumlu bir gelişme, zaten İzmir-Buca’daki bu alanla öncelikli olarak imar planı yapma yetkisi İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne, Buca Belediyesi’ne ait.
İller Bankası Genel müdürlüğü ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, İzmir-Buca’nın özelliklerini, gereksinimlerini bilmeden, bu konuda hiçbir çalışma yapmadan, esasen bir yetkileri de yok iken bir oldu-bitti ile adeta hariçten gazel okuyarak bir imar rantı yaratmaya çalışmaları İzmirliler, Bucalılar için kabul edilemez.
Buca Cezaevi’nin bulunduğu alandaki mülkiyetin çok büyük kısmı kamusal mülkiyet iken, yani kamuya, yani hepimize ait iken; burada halen rant, ihale, yapılaşma yaratacak bir yöne gidilmesi de ayrıca yadırganacak bir durum.
Neyse derdimizi kısaca anlatalım dedik, yine uzadı, biliyorsunuz konuyu yargıya taşıdık, davalar açıldı.
Son yıllardaki bir sorunumuz da, tepki çeken konuların, gündemin hızla değişmesi ile unutulup gitmesi, tepkinin sönümlenmesi. Bu tepkiyi canlı tutacak da bizleriz. Belki de, bu konuda açılan davalara katılmak, destek vermek bu tepkiyi kamuoyu nezdinde canlı tutmanın yollarından biridir.
Yanıkkahveler’de bir çay içip, unutulan bir geçmişe açılan önümdeki sokakta aklıma geldi bu söylediklerim. O sokaklarda dolaşmanızı öneririm, belki sizin de söylecekleriniz olur, bir çay içeriz birlikte.
Son 3 yıldır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden olayların ve ulusal kurtuluş savaşımızın tarihsel gelişmelerinin yüzüncü yıllarını yaşıyoruz. 19 Mayıs 2019, 23 Nisan 2020, 13 Eylül 2021. AKP iktidarı döneminde ve artık son 4 yıldır büyük oranda tek adam ve parti devletinde yaşanıyor olmasından kaynaklı olsa gerek, bu 100'üncü yıldönümlerinin çok coşkulu geçemediğini gördük. Oysa dile kolay 100 yıl…
9 Eylül 2022’deki İzmir’in kurtuluşunun ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın zafere ulaşmasının 100.'üncü yılında İzmir’deki görkemli kutlamaya kadar. Katılım, coşku, Türkiye’nin doğrultusu ile ilgili verilmek istenen mesaj, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in harika bir retorikle yaptığı, Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”sindeki sözlerine vurgu yaptığı konuşması. Bu görkemli kutlama ve Tunç Soyer’in konuşmasına AKP-Cumhur İttifakı'ndan gelen tepki de; kutlamanın ne kadar görkemli olduğunu tersinden okumamızı sağladı. Bu kutlama Cumhuriyet devriminden, aydınlanmadan yana kitlelerdeki kenetlenmeyi ve umudu arttırdı dersek sanırız yanlış söylemiş olmayız.
29 EKİM 2023'E HAZIR MIYIZ?
Önümüzdeki yıl yine çok önemli yüzüncü yıl kutlamaları barındırıyor, en başta da, Atatürk’ün 10.'uncu yıl nutkunda “En büyük bayramdır” dediği Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100.'üncü yılını. O dönemden kalan fotoğraflar ile, nadir de olsa bant kayıtları ile, büyüklerimizden dinlediğimiz yurdun dört yanına yayılan heyecandan biliyoruz ki, Cumhuriyet’in 10.'uncu yılı büyük coşkuyla kutlandı.
Geçen gün bir araya geldiğimiz Ünsal Altunbaş Hocam ile sohbetimizden, 50 yıl önce ülkemizin ne kadar farklı bir yerde olduğunu bir daha anladım. Cumhuriyet’in 50.'inci yılı kutlamaları için harcanan emeği, tutkuyla çalışmayı, çekilen filmleri Ünsal Hocam’ın renkli sohbetinde dinlerken; 90 yıl önceki, 50 yıl önceki kadar olmasa da, 'Yakın bir idealizm yakalar mıyız?' diye düşünmekten alamadım kendimi.
Yıllardır verdiği bir mücadeleyi de anlattı Ünsal Hoca. Kendisinin de içinde bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gelen ekibin, Cumhuriyetin 50.'inci yılı kutlama etkinlikleri çalışmasını yürütürken; (Afet İnan ile Enver Ziya Karal’ın 1950’li yıllarda Demokrat Parti (DP) iktidarında Halkevleri tasfiye edilirken kitap ve eşyalarla birlikte kurtarabildikleri) Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi (TDCF) Atatürk ve Inkılap Tarihi Enstitüsü’nün bodrum katında tozlu dosya dolapları içinde buldukları filmleri…
Bu filmlerin içindeki Atatürk’ün 1937’deki son TBMM açılış konuşmasını içeren film o kadar önemli ki. İçeriğindeki öyle bir Nutuk ki, konuşmasını “Kuvvetin yegane kaynağı olan, Türk milletinin güzide vekillerini büyük bahtiyarlıkla eğilerek selamlarım” diye bitiriyor Atatürk. Öykü uzun, üzücü, can acıtıcı, hayal kırıklığına uğratıcı. Gelinen noktada ne yazık ki bu muhteşem arşive ve sembol 1937 TBMM açılış Nutku filmine sahip çıkılmayan bir süreç.
BİZE DÜŞEN
Ama bize bunları bir yana bırakıp, Cumhuriyetin 100.'üncü yılına yakışan ve aynı 9 Eylül 2022'de İzmir’de haykırıldığı gibi, Türkiye’nin doğrultusunun altını çizen kutlamalara hazırlanmak düşüyor. Zaman bu kadar daralmışken, en büyük görev de Cumhuriyet’i kuran ve 2023’de iktidarı hedefleyen CHP’ye düşüyor. Bir an önce Cumhuriyet’in 100.'üncü yılı için hazırlık çalışmalarına başlamak.
Yukarıda belirttiğimiz arşivden ve Atatürk’ün son TBMM açılış konuşmasını içeren filmden yararlanılarak çok kalıcı bir film de hazırlanabilir.
Gezi direnişinden başlayarak gördük ki; dünya tarihinde az rastlanacak biçimde 100 yıl önce iktidar olmuş, 15 yıl iktidarda kalmış Atatürk, yüzyıl sonra bugün muhalefetin simgesi haline geldi. İşte Cumhuriyet’in 100.'üncü yılı kutlamalarına hazırlık, tam bu amaçla da uyumlu. Belki de aynı 9 Eylül 2022’de olduğu gibi, bu konuda da öncülüğü İzmir yapar. Kimbilir…
Son Osmanlı padişahı Vahdettin’i tartışıyoruz bir süredir. Haindi, değildi, zavallıydı, pasifti, kendi iyi, çevresi kötüydü… Fitili 9 Eylül’de İzmir’in yüzüncü kurtuluş yıldönümünde Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki sözlerini, güzel bir hitabetle yineleyen Tunç Soyer ateşledi. Merdan Yanardağ da, 16.yüzyıldaki anonim halk deyişini söyleyince, Cumhurbaşkanı, yargıya talimat verircesine, ikisini de doğrudan hedef gösterdi.
Konunun Cumhurbaşkanının; bir belediye başkanı ile bir gazeteciyi ifade özgürlüğü kapsamında kalan açıklamaları nedeniyle hedef göstermesinin hukuk devletinde kabul edilemez oluşunu aşan yönleri var. Padişahlığı Kurtuluş Savaşı dönemine denk gelen son padişah Vahdettin ve diğer Osmanlı yöneticilerinin hainliği tartışmasının içeriği ve hukuksal yanı. Değerli tarihçiler ve araştırmacılar tarihsel olayları kronolojik biçimde, neden-sonuç ilişkisi içinde açıklayarak, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’nın, milli mücadelenin karşısında konumlandığını net biçimde kanıtladılar. Biz de, konuya hukuksal açıdan bir bakalım dedik.
Son Osmanlı padişahı Vahdettin 17.Kasım.1922 tarihinde İngiliz savaş gemisi ile Malta’ya kaçtı. Burada Vahdettin’in yanına hiç para almadan, beş parasız gittiği yönündeki acındırmanın yalan olduğunu, bu acındırmanın artık tarihin çöplüğüne atıldığını belirtmeden geçemeyeceğiz. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile Vahdettin için geri sayımın başladığını, 01.Kasım.1922’de saltanatın kaldırılması ile Vahdettin’in artık kaçacak yer aramaya başladığını da biliyoruz. Tam da burada, (307 sayılı TBMM kararı ile birlikte) saltanatı kaldıran “Türkiye Büyük Millet Meclisinin, hukuku hakimiyet ve hükümraninin mümessili (egemenliğin ve hükmetme gücünün temsilcisi) olduğuna dair 308 sayılı TBMM kararının” içeriğine bakmak, Vahdettin tartışmasına hukuksal bir boyut kazandıracaktır.
308 Sayılı TBMM Kararı
Saltanatı kaldıran 308 sayılı TBMM kararında kullanılan ifadelerden örnekler verelim.
*) “Birkaç asırdır Saray ve Babıalinin cehalet ve sefaheti (zevk ve eğlenceye düşkünlüğü) yüzünden Devlet azim (büyük) felaketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan (çalkalandıktan)..”
*) “..Türk milleti Anadolu’da hem harici (dış) düşmanlara karşı kıyam etmiş (ayağa kalkmış) hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Babıali aleyhine mücahedeye (girişime) atılarak, Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti ve ordularını bitteşkil (oluşturarak) harici düşmanlar, Saray ve Babıali ile fiilen ve müsellehan (silahlı)…. cidale (savaşa) girişmiş..”
*) “..Türk milleti Saray ve Babıalinin hıyanetini gördüğü zaman..”
*) “..Millet şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefahatı (zevk ve eğlence düşkünlüğü) esası üzerine müessis (kurulmuş) bir Saltanat yerine asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden (üstlenen) bir halk Hükümeti idaresi tesis ve vazetmiştir. (yaşama geçirmiştir.)..” (Cumhuriyet devrimine dudak büken liberal solcular okusalar mutlaka bir kulp bulurlar ama)
*) “..Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşriki mesai etmiş (ortak çalışma yapmış) olanların..”
01.Kasım.1922’de, Cumhuriyet karşıtlarının yere göğe koyamadığı Birinci Meclis’te oybirliği ile kabul edilen, siyasal İslamcıların büyük sempati duydukları (Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif) İkinci Grup’un, kabul edilmesi için Birinci Grup ile yarıştığı saltanatın kaldırılmasına ilişkin karar metni, Vahdettin hakkında nitelendirmenin, o dönemde siyaseten oybirliği ile yapıldığını gösteriyor. 308 sayılı TBMM kararı bugün de yürürlükte olduğuna göre, konunun hukuken çok fazla tartışılacak bir yanı kalmamış görünüyor.
VAHDETTİN AZILI BİR MÜCADELE KARŞITIYDI
Mustafa Kemal Paşa’yı 19 Mayıs 1919’da başladığı görevinden, sadece 50 gün sonra azleden, Mustafa Kemal Paşa hakkındaki idam kararını imzalayan, İngiliz Muhipleri (Dostları) Derneği üyesi, Kuvay-ı Milli’yenin karşısına Kuvayı İnzibatiye adında bir ordu kurulmasına onay veren (uzatmaya gerek yok); hakkındaki nitelendirme TBMM kararına yansıyan Vahdettin’in, azılı bir milli mücadele karşıtı olduğunun, siyaseten, hukuken ve tarihsel olarak Tunç Soyer ve Merdan Yanardağ’ın haklı olduklarının altını çizelim de, halen Vahdettin’e ecdadımız diyenleri kendi hallerine bırakalım. Yalnız ellerindeki güce dayanıp yargıya talimat vermesinler.
Bu arada; Osmanlılık, Osmanlı ailesine mensubiyetle ilgili olduğuna göre, bu ailenin çocuğu, torunu nasıl olunuyor anlamak oldukça zor. Kastedilen, 20. yüzyıla perisan olmuş, geri kalmış, varı yoğu saray ve kendi hanedanı olan, Anadolu'ya sırtını dönmüş, Türklük'ten utanmış, Türkçe'yi unutturmak için elinden geleni yapmış, fakir Anadolu ve Türk köylüsünü yüzyıllarca ezmis bir imparatorluğun artıklarını bırakan bir gelenek, devlet yapısı ve kültür (!) ise, Osmanlı çocuğu olmayı seçenlerin bir bildiği var demektir.