Her yıl, birçok kentte ‘Çalıştaylar’ düzenleniyor.
Panellerin, toplantıların, şunların bunların hesabını tutamayacağınız kadar çoklar.
Peki sonuç nedir?
Bilirkişiler ve kendilerini uzman sanan, dünyadan değil, kentlerinden bihaber, biraderlerin çoğu ‘Ahkâm!’ kesiyor.
Aralarında ‘doğru’ söyleyenler de var.
Ama hepsi bir noktada toplanıyor ve rafa kaldırılıyor.
Madem böyle bir karar verildi, madem çok büyük masraflar yapıldı.
Tabii bu konuşmacıların, bir çok giderleri oluyor, bunları karşılayanlar da belediyeler ya da devlet baba.
Hani bazı özel kuruluşlar ‘Biz ödeme yaptık!’, masrafları ‘esnaftan, hayırsever iş insanlarından aldık!’ diyorlar ya, yalan…
Bu yalnız görünüşte.
Hiç ama hiç kimse, mecbur kalmadıkça beş kuruş bile vermez.
Verdikleri de, bir şekilde ama ihale, şu anda aklıma gelmeyen yollarla ve de fazlasıyla alırlar.
Sonuç olarak, ya tozlu raflarda kalacak, benim ‘Beş numaralı dosya!’ dediğim gibi çöp tenekesine atılacaksa, bu masraflara neden ihtiyaç var.
Soruyorum;
Hanginiz, çalıştaylarda konuşulanları merak edip okudunuz?
Daha kolay bir soru?
Hanginiz, ya da kaç kişiniz Belediye Meclislerini takip ederek, görüşmeleri takip ederek kentinizin, mahallenizin sorunlarını ve yapılacakları öğrendikten sonra takibini yaptınız?
Yapmayız, konuşuruz!
Onlar da yapmıyor, konuşuyor!
‘Tasarruf! Lafını ben yıllardır, duyarım.
Hep lafta kaldığına da tanık olurum, herkes gibi…
Bir program, ‘Boş çuval dik durmaz!’ denilerek bitirilir.
Slogan haline gelen bu atasözünü, ‘Boş yönetenler, idareciler dik duramaz!’ diye değiştirebilir miyiz?
Bence olur.
‘Boş konuşuyor!’ deniliyor, ama hepsi boş…
Çünkü yaşama geçirilme imkanı yaratılmıyor ve yok…
Hadi, yağ için Bakanlara, valilere, mülkü ekran için ‘Sultan sofraları kuranlar’, bunlar için büyük harcamalar yaptıklarını söyleyenler, çalıştay için değil, yaşama bir an için ellerini ceplerine atsalar ya?
*- YARDIMDAN KAÇANLAR
Balıkesir’in Körfez ilçelerinden Ayvalık’ta 20 yaşından hemen sonra belediye başkanı seçilen, şimdiki zeytin üreticisi, sanayicisi ve ihracatçı sıfatları olan Ali Galip Güreli’yi dinlesinler, yazdıklarını okusunlar öğrensinler; Anadolu eşrafının ve varlıklarının durumunu….
Kapılarını, fakir fukaralardan daha çok, kentin yöneticileri Kaymakamından tutun da, belediye başkanlarına, hatta daire amirlerine, polis müdürlerine kadar protokol erbabı ziyaret eder.
‘Şunu yapacağız, bunu yapacağız!’ diyerek gönlünden ne kadar geçerse isterler ama bu arada eline bilmem kaç tane fatura sıkıştırırlar.
Peki bu garibim ne yapar?
İçinden söylenerek öder!
Çünkü ‘Başıma bir şey gelmesin!’ der…
Ne bileyim aracına her gün ceza kesilir, işyeri basılır evrakları kontrol edilir, falan filan…
Olmasa bile kendisini çevresi, sıradan insanlar korkutmuşlar, bilmem kaç senede sadece bir kez, kaza eseri, sıkıntılı bir an yaşayan olduysa onu Arab’ın Yalellisi gibi söyleyip, algı operasyonu kendi kendine yönetirler.
Bu konunun özeti ya da sonucu şöyle:
Birincisi ‘Çalıştay’ veya ‘Panel’ gibi toplantıların hem kent, hem bölge, hem de ülkemiz için çok yararlı olması gerekir.
Öyle de olduğunu kabul edelim.
Ama uygulama yok!
Sadece, konuşma, kaydetme, yeme – içme, eğlenme ve yorgunluk içinde geçer, sonuç sıfır elde sıfırdır.
Ben de birçoğuna işim ve görevim sonucu katıldım, yedim içtim, eğlendim bir iki satır da övücü yazı yazdım o kadar.
Övülmeyi hak ediyorlardı, çünkü hazırlıklar süperdi, ikramlar da öyle, ama hepsinden önemlisi davetliler ve konuşmacılar titiz bir şekilde hazırlanmışlardı.
Memleketi kurtaracaklardı…
Bu alkışlanmaz mı?
Kasaba düzenini gelirsek, varlıklılar kendilerini gizlemeye çalışırlar, kapılarını aşındıranlardan bıkınca, ‘Vallahi işler ters gitti!’ deyip, bin bir mazeret uydururlar. Ya da seyahatte olduklarını, olacaklarını, az önce bir başka kuruluşa yardım yaptıklarını falan söylerler.
Gerçek ihtiyaç sahipleri bu işlerden nasiplenemez.
Dikkat edin bakın, gerek Türkiye ölçeğinde, gerekse şehir hatta kasaba ölçeklerinde ‘en fazla vergi verenler’ listelerinde isimler yoktur, adlarını saklamışlardır.
‘İftihar vesilesinde’ bile insanlar neden adlarını saklarlar?
Çünkü daha ertesi gün kapılarının ‘el açanlar’ tarafından aşındırılacağı gibi kendilerinin çarşı – pazarda, yolda bile kuşatılacaklarını bilirler.
Sanki borçları varmış gibi hissederler kendilerini…
İş yerlerini, fabrikalarını başka kentlere taşıyanları da bunlara ilave edebiliriz.
Milli Piyango talihlileri de öyle…
Sadece noterler ve ödemeyi yapan banka müdürleri bilir, tanır…
Kendilerini ‘hiç tanımadığı akrabaları’ dahil birçok asalaktan, hatta mafya adı verilen serserilerden korumak içindir.
Şöyle diyorum:
Her şey boş, boş, boş!…
Boşa giden kaynak sularımız gibi…
*- EZBERE OLMAMALI
Şimdi belediyeler, kurumlar önümüzdeki yılın ‘Stratejik Planlarını’ hazırlıyorlar.
Sonra bunları büyük paralar harcayarak, almanak haline getirecekler, dağıtacaklar.
Her evin sesinin duyulacağı, özellikle kadınlara ve çocuklara daha çok dokunacak, toplumsal cinsiyete duyarlı çalışmalar yapılacağını göreceğiz.
Sesini duyuramayanların sesi olacaklarını belirtecekler.
Tabi paragraflar içinde öyle güzel laflar edilecek ki, ‘Keşke!’ dedirtecek cinsten.
Ama biz ‘mecburiyetten’ yapılan bu hazırlıkların, birkaç cılız denemeden ibaret olduğunu göreceğiz.
Düşünce güzel, laflar güzel ama uygulamalar belirtildiği büyük değil küçük bir grupla sınırla kalacaktır.
Ama ‘Bir olsun, benim olsun!’ deniliyorsa, başarılı görülür ve yerel gazetelere konu olur.
Şimdi moda, ‘Sosyal belediyecilik’ ve ‘Halka dönük belediyecilik!’
Mühim olan her mahallede, her sokakta tüm ailelere ve özellikle çocuklara dokunabilmek, onları anlayıp, faaliyetlerin içine sokmaktır.
‘Plan- proje getirdik!’ diyerek belediyeleri soymaya gelenleri kapıdan çevirmektir.
Tasarruf buradan başlar…
Stratejik planlarda mutlaka, yaraları sarmak, mağduriyet yaşayanlara nakdi, ayni, lojistik ve beşeri tüm yardımların sağlanması da yer almalıdır.
Sağlık ve eğitim bizlerin olmaz olmazıdır, unutmayalım…
Demografik veriler ve nüfus piramidi analizleri de değerlendirilip, özellikle yaşlılar da kadın ve çocuklar kadar ele alınırsa ve tabi güçlü, işini seven kadrolar görevlendirilse başarılı olunabilinir.
*- HIZLA YAYILIYOR
Türkiye ve dünyada Alzheimer hastalığı büyük bir hızla artıyor.
Etrafımıza baktığımızda yakınlarımızda bile halkın ‘Bunadı, bunama’ olarak adlandırdığı bu hastalıktan korunma yolları da şöyle belirtiliyor:
Okuma, yazma, bulmaca çözme, tiyatroya gitme, oyun oynama ve sosyal projeler katılma gibi aktivitelere katılma.
Bunları Nörolog Dr. İpek Kurt’tan öğrendim.
Bu saydıklarım beyni sürekli çalışır hale getiriyor ve hastalığın yayılma riskini azaltıyor.
Anladığım kadarıyla şimdilik tıp ilmi ancak bu önlemleri sunabiliyor.
Ama, yine ‘vahşi’ sorular ortaya çıkıyor!
Birincisi okuma ve yazmaktan çoğumuz uzağız.
Kitaplar da pahalı, yazma cihazları kalem ve defterler de…
Okullar açıldığı için herkes kırtasiye giderlerinden haberdar.
Bulmaca çözme merakı, daha düne kadar gazetelerden karşılanıyordu.
‘Büyük’ ya da ‘Ulusal’ diye adlandırılanların satışları bile yerlerde sürünecek durumda.
Yerel gazeteler ise bedava dağıtılmaya çalışılıyor, ilan alıp yaşantılarını sürdürebilmek, ‘Tirajımız bu kadar!’ diyerek kendilerini tanıtmaya çalışıyorlar ilan verebileceklere.
Çok karşılaştım;
‘Hatır için bir kez ilan veriyorum’ diyenlere…
Tiyatrolara gidenler de sayılı…
Ayda, senede bir tiyatroya gitmekle, Dr. İpek Kurt’un belirttiği gibi ‘bunamanın’ yani Alzheimer’in önüne geçilebilmeli mi?
En akla geleni ise; oyun oynama…
Sosyal projelere katılım oranı da belli, zaten…
Peki sevgili Dr. İpek Kurt’un sözünü ettiği ‘oyunları’ nerede yaşamımıza sokacağız.
Her yer beton yığını, ne arsa var ne de saha…
Belki bilgisayar oyunlarından söz ediliyordur.
Bazı hekimler de, örneğin göz hekimleri ve psikiyatristler ise bunun için belli bir süre veriyor, hatta ‘Beyni yorduğunu’ ve bazı istem dışı hastalıkların olacağını anlatan hekim grupları da var.
Emeklinin, ya da ileri yaştakinin gelir durumu da, anatomik yapısı da ortada.
Çalışanların, toplumun büyük kesiminin ekonomik durumu ve gelir durumu belli.
Sonuç olarak, hepimiz Alzheimer olabiliriz, bundan kurtulmak da pek mümkün değil.
En iyisi her işimizi olduğu gibi ‘Bunama’ riskimizi de Allah’a havale edelim.
Ama şu ki, okumayanın hali harap!
*- DOĞRU İLETİŞİM İÇİN
Prof. Dr. Erkan Sevinç…
Tıp hekimi…
Öğrenciliğinden beri ‘gazeteci’, hem de ‘Gazeteciyim!’ diye hava atan, ellerine kalem almasını, doğru dürüst bir haber yazmasını, eşi dostu ya da parası ile bir şekilde, devlet kadrolarında bile ‘Haberci ya da gazeteci’ olarak görülen ve şimdi turkuaz olan ‘Sarı Basın Kartını’ taşıyanlardan çok daha fazlası.
Türkiye’ye ultrasonu getiren, tanıştıran, onun sayesinde şimdi tüm doktorlarımızı kullandığı aletin dışında, yine ilk kez Avrupa – Afrika ülkeleri hekimler başkanlığı dönemini iki yıl sürdüren ve talimatlar veren bir bilim adamı..
Bu yönü benim için önemli değil…
Önemli olan, ulusal gazetelerde, dergilerde, yerel medyada 1971 yılından bu yana gerek temsilcilik, gerekse muhabirlik yapan bir ‘atom karınca’dır, Prof. Dr. Erkan Sevinç…
Kaç yıldır da, kurduğu ve en azından 70 yazarı olan SEV Medya ile düzenlediği Spor dergilerinden, tutun da magazine, gençliğe dergilerin de yöneticisi ve yazarı. Son yılların en popüler ve okunan ‘Merhaba’yı çıkaran da o…
Birçok patronun yapamadığını yapan, fikir toplantılarını düzenli olarak gerçekleştiren, her ay çalışan o kadar değerli yazarlarını toplayarak sıkıntılarının giderilmesi için geceler düzenleyen biri…
Kazanır, dağıtır…
Böyle patron, yönetici 1965 yılından beri görmedim.
Tam puandan bir puan düşmez onun için…
Ve aklımdan geçenleri, gördüklerimi çok güzel özetlemiş…
*- DERS BAŞINDA VE SONUNDA
Artık iletişim fakültelerinde ders olarak mı okutursunuz yoksa kurumların basın danışmanlarının odasına çerçeveletip mi asarsınız bilmem.
Ama şu basın davetlerini bir düzene sokmanın zamanı geldi de geçiyor.
Öncelikle basın davetleri ‘kahvaltılı’ ya da ‘yemekli’ şeklinde yazılmaz.
Bir basın toplantısı düzenliyorsunuz.
Önce daveti yazarsınız.
Eğer bir ikram yapılacaksa onu program şeklinde arkasına eklersiniz. Toplantı için servis hizmeti varsa onu da belirtirsiniz.
Davete gazeteci olan ya da gazeteci geçinen kim varsa katılmasını istiyorsanız (kalabalık olsun havam olsun hesabı) basın gruplarına daveti atarsınız.
Ortalama 80 kişi gelir, çıkan haber sayısı da bir elin parmaklarını geçmez.
*- İLGİSİZLİK VAR
Peki nasıl çağıralım insanları derseniz yöntem çok basittir.
Valilik, Büyükşehir Basın ya da İzmir Gazeteciler Cemiyeti listelerini kullanabilirsiniz.
Bu listeler ‘güncellenmiyor!’ diye şikayetler de var.
O zaman daveti yapacak kişi ya da kuruluş konuyla ilgili dernekten, gerçek ve düzgün çalışan basın kuruluşları aranarak görüş alır.
Ekonomi Gazetecileri Derneği, Magazin Gazetecileri Derneği gibi.
Şunun da mutlaka altını çizmeliyim.
Davete her kuruluştan sadece bir kişi (görsel yayın gruplarından kamera olacağı için 2 kişi) katılır.
Basın kartı da olsa eşi, oğlu, dayısı, arkadaşı, sevgilisi vs katılamaz. Katılmamalı!
*- MERAKLISI ÇOK
Bir de şehir dışında yatılı davetler var.
Burada dananın kuyruğu kopuyor.
Basın danışmanları baktılar işin içinden çıkamıyorlar kendilerine yakın kişileri davet ediyorlar.
Oysa yine seçim o kadar zor değil.
Kişi sayısına göre belirleyebilirsiniz davet edeceklerinizi.
Bir de İstanbul merakı var.
Onlar tatil amaçlı geliyorlar belli.
Başka zaman davet edin, yedirin, içirin, gezdirin.
Yerel basını davet edin.
Orada da şöyle bir liste yapabilirsiniz;
Ulusal gazetelerin ve televizyonların İzmir temsilcileri, yerel gazeteler ve televizyonlar, çok okunan yayınlar ve internet siteleri.
Taş çatlasa 20 medya mensubu gelir.
O kadar odayı da etkinliğin yapıldığı kentteki oteller organizasyona verir zaten.
Etkinliği değerlendirmeyen basın mensuplarını da bir daha çağırmayın! Silin davetli listenizden…
*- SEN, BEN, BİZİM OĞLAN
Konaklamalı davetlerde sadece arkadaşlarını seçen basın danışmanları diğerlerine de ‘kargaların bile güleceği’ açıklamalar yapıyorlar.
‘Listeleri biz belirlemedik şu kuruluş yaptı’ ya da ‘Tasarruf tedbirleri nedeniyle sizi çağıramıyoruz’ gibi.
Yapmayın, yalan söylemeyin!
‘Gazeteci’ geçinenlerin biliyorum neler diyeceklerini?
‘Sen doktorsun bırak bu işleri?’
Tıp Fakültesi’nde okurken 1971 yılında Demokrat İzmir’de başladım gazeteciliğe.
50 yılı aşkın da aktif olarak devam ediyorum.
İnsanın iki mesleği olamaz mı? (Erkan Sevinç)’
*- KEFİLİM
Yakından yıllardır tanıdığım, her an her yerde yani sahada olan, günde bir haberle bir toplantı ile yetinmeyen, dertlinin yanında olan ve hep üreten gerçek gazeteci Prof. Dr. Erkan Sevinç’in onda biri olan yönetici ve gazeteciler olsa Türkiye çok daha farklı olur, medya konusunda…
O bahsetmemiş!
Kuruluşlardaki, belediyelerdeki, resmi dairelerdeki ‘Basın danışmanlarının’ yüzde 90’ı torpilli bir şekilde, ‘Adama iş’ düşüncesiyle alınmış, meslekle sadece birkaç yılları ancak olmuş, sonra atılmış ve kendilerini satmayı bilen, yağcı takımlarından ibaretler.
Tanımazlar, öğrenmezler, masalarından kalkmazlar…
‘Temizlik’ onlardan da başlanmalıdır…
İnanın iki satırı bir araya getiremeyenler, kopyala yapıştırıcılar, cahil okumuşlar bir aradalar…
‘Okuyun’ diyoruz ama aşk romanlarını değil…
*- İLGİLENMEZ, TANIMAZLAR
Şunu da ilave edeyim, meslek derneklerinin yönetimleri ya da çalışanları da bilmezler, ilgilenmezler gerçek habercileri…
Onların çoğu zaten işini bilir (!), oralarla pek ilgileri yoktur.
Davetlerle ilgilenirler…
Kendilerini tanıtırlar, pompalarlar…
Gazeteci Prof. Dr. Erkan Sevinç’in belirttiğine bir ekleme yapayım:
Birkaç yıldır İzmir Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yönetimi güzel ve önemli bir kararla, vali beyin davetlerine, belirledikleri gerçek yazar ve habercileri ismen davet ediyorlar.
Yoksa ‘Fırsatını bulur, bir şeyler koparır, isterim’ düşüncesiyle gelen, valiyi ‘İş ve işçi bulma kurumu’ sanarak vaktini alan sözde gazetecilerin gerçekleri arasında yeri olmamalı…
Herkes işine…
*- HABERCİNİN YERİNE PATRONUN KIZI
Bu arada bir hatıramı anlatayım:
İzmir bir ara EXPO adayı idi.
Sürekli Paris’e gidilip, dönülüyordu.
Ama dünyanın dört bir yanına gönderilen ya da giden yöneticiler de…
‘Tanıtımdan tasarruf olmaz!’ denilerek, yöneticilere ‘sınırsız ve hesapsız’ harcama yetkisi verildi.
Hatta üç yetkilinin özel uçak tutarak Paris’e akşam yemeğine gittiği de belirlendi, görevlerine son verildi.
Çalıştığım gazetede, vilayet muhabiri ki doğru kararla, Paris’e yapılacak medya gezisine ismen davet edildi, bir keresinde.
Genç kadın gazeteci ilk kez yurtdışına çıkmanın hayaliyle ve heyecanıyla hazırlıklarını yaptı.
Ama boşuna…
‘Patron’ görünümündeki, yemekli davetleri kızıyla birlikte kaçırmayan duayen kişi, kibarca, ‘Sen buruda kal, ben bu sefer kızımı göndereyim!’ diyerek, belki de karşıdaki memuru korkutarak, davet listesini değiştirtti.
‘Hasta’ dedi, şu dedi, bu dedi…
Bu ilk değildi, son da değildi…
Takip edenler bilir…
Haberde, davette, patronlar ve yakınlarının ne işi var?
Bunlar da dikkate alınmalı ama, ‘Patron gitmezse haber de yayınlanmıyor, yasak konuyor…’
Nedense bunlara yatırım yapılmıyor.
Yapılınca ise birileri ayağa kalkıyor…
Kural şu olmalı, ‘Patronlara ve yakınlarına, hatta ilancılara ve diğer personele yasak’ sadece gerçek haberciler girebilir…
Patronun kızı nasıl mı gitti?
Onun ve kardeşlerinin de basın kartı alınmış, çaycısı, şoförü ve belki de sevgilisi gibi…
YORUMLAR