Arada herkes gibi bana da üreticiden mesajlar geliyor.
‘Şu ürünümüz var, ister misiniz?’ diye…
Çoğunluğuna ‘şüphe’ ile bakarım…
Nedense bendeki güven duygusunu yok etmişler.
Halbuki biz öyle değildik daha düne kadar!
Ne oldu bizlere?
Özellikle çocuklarımızın beslenmesine dikkat etmemiz lazım.
Gelişmeleri için mutlaka süt içmeleri, yumurta, bal yemeleri lazım değil mi?
Ama bunları kaç evladımız, çocuğumuz yiyip içebiliyor?
Ya da ne kadar sağlıklılar, güvenliler?
Bir üretici arkadaşım Serpil Hancı bakın ne diyor?
‘Türkiye’de asıl sorun insanların vicdanlarını sorgulamamalarıdır.
İnsan bir şey yaparken ‘bunun kendimin veya çocuğumun başına gelmesini ister miyim?’, diye sorması lazım.
Bu sorunun cevabına göre davranırsak en azından daha güzel bir ülkede yaşayabiliriz.
Mesela Türkiye’de ciddi bir gıda terörü var;
Sütsüz peynir, plastikten yapılmış pirinç, tatlandırıcı olarak glikoz… GDO’lu ürünlerle envai çeşit cinayet işleniyor.
Çünkü bu besinleri yiyen insanların hastalıklara yakalanması daha muhtemel.
Acaba bunları üretip, satan insanlar kendileri veya çocuklarına bunları yedirebiliyorlar mı?
Eğer yedirmiyorlarsa başkasının çocuklarına nasıl yediriyorlar?’
‘Vicdansız’ sözcüğü herhalde bunlar için bir hiçtir!
Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum…
Bilen varsa yazsın, ben de öğrenmiş olurum…
*- KAÇ İNSANIMIZ ALABİLİR?
Emeklinin hali belli…
Çalışanın da?
Ekonomi de ortada, bizler de!
Bir üreticiden şu mesajı alınca bunları yazdım:
‘Yaşar Bey Merhaba;
2 kg. kovan balı; bin100 lira,
2 kg. oğul balı; bin 300 lira,
Kargo bana ait bal ister misiniz?’
Günün şartlarına göre, araştırdım fiyatlar normal…
Ama ev ekonomisine bakınca anormal…
Yani kaç insanımız bu ürünü, balı alabilir?
Pazar ya da market fiyatıyla karşılaştırınca rakam büyük…
Bu nasıl oluyor?
İşte asıl problem burada başlıyor…
Kime güveneceğiz, inanacağız?
Tabii ki, ekonomik olanı seçeceğiz, ama yaptığımız doğru mu?
İngilizlerin sözü galiba, ‘Ben ucuz mal olacak kadar zengin değilim!’ özlü söz?
Bal üreticisi, arıcı şöyle diyor;
‘Kargoda hasar görmüş veya adres bulunamamış bal kargolarımız bize geri dönüyor.
Bunları başka insanlara yollamamız etik olmadığından biz kendimiz ve çocuklarımız bu balları evimizde tüketiyoruz.
Bir şeyi ben kendi çocuğuma yediremiyorsam başkasının çocuğuna yedirecek kadar nasıl vicdansız olabilirim.
Bunu düşünmemiz lazım…’
Ne kadar güzel sözler değil mi?
Ama önemli olan bunları yürekten söylemek ve şartlar ne olursa olsun uygulayabilmek…
Çünkü ben de sizler de, ne sahtekârlar gördük, yaşadık!
İyinin bir örneği varsa, sahtekârların 20 katı, fazlası…
*- ARILAR SAYESİNDE
Arılar sadece bal üretmiyor, yediğimiz gıdaların 3’te 2’si onların sayesinde sofralarımıza geliyor.
Çünkü arılar çiçekler arasında dolaşırken gerçekleştirdikleri tozlaşma ile bitkilerin üremesini ve çeşitliliğini sağlıyor.
Tozlaşma olarak adlandırılan bu sürecin %85’i bal arısı ve yaban arıları tarafından gerçekleştiriliyor.
Arılar, diğer böcek türleriyle birlikte biyolojik çeşitliliğinin devamını sağlıyorlar.
Albert Einstein’in, ‘Eğer arılar yok olursa canlı yaşamı 3 yıl içinde biter!’ d kuramı da buradan geliyor.
Bir başka deyişle arıların olmadığı bir dünya düşünmek mümkün değil.
Halbuki özellikle yazlıklarda ilk yok edilenler de, arılar olmuyor mu?
Doğa işçisi bu canlıların değerini bilmek gerekiyor ama biliyor muyuz?
Şimdi birçok kişi, ‘İnsanın kıymeti biliniyor mu?’ diyecektir…
Çünkü; kedi ve köpeklere yem ve su veren bir kadının bir grup tarafından hakaret içeren sözlerle nasıl ayrıştırıldığını da görmüştüm…
‘Önce insan!’ diyen de var, ‘Önce canlılar!’ diyen de…
Ama ben, insanın malına gelen zarardan canına gelmişçesine acı duyduğunu biliyor ve ‘Mal canın yongasıdır’ diyenlerin de az olmadığını söylüyorum..
Buna ait örneği anlatayım:
*- BİR DAHA GÖRÜP YAŞAMAYALIM
1980 öncesi idi…
İzmir’in Gültepe semtinin Çamlık kısmındaki tepe bölümünde sağ ve sol görüşlüler arasında çatışma olduğunu öğrendik.
Polis-Adliye Muhabiri arkadaşım Sermet Öge ile ben Yaşar Eyice fotoğraf makinalarımızı kaptığımız gibi Kısmet Taksi’nin acar şoförlerinden Hasan kardeşimizle birlikte olay yerine gittik.
Karakol polisleri bizden önce gitmişler, meraklıları dağıtmaya çalışıyorlardı, su deposunun bulunduğu yerde.
Biri çıktı, emekli olduktan sonra Buca’ya yerleşen Karakol Amiri Başkomisere bir tokat attı ki, sesi neredeyse Konak’tan duyulacak kadar şiddetli idi.
İşte o anda yine silahlar patladı…
Polisler iki grup arasında kaldılar.
Kendilerine güvene almak ve destek almak için minibüslerine koştular.
Biz silahlı çatışmalara ve tuzaklara şerbetli olduğumuz için Şoför Hasan’ı motoru çalışır halde bekleyen aracının içinde her an kaçacak şekilde bekletiyorduk.
Ara sokakta kendimizi sözde güvenceye aldık.
Bu arada kalabalık silahlı bir grubun geldiğini görünce iki evin kapısını çaldım ve ‘Biz gazeteciyiz içeri alın!’ diye seslendim.
Açmadılar…
Kargaşada linç bile edilebilirdik, o günleri yaşayanlar anımsayacaktır.
‘Sermet Öge’ye kaç!’ dedim ve ayaklarımız popomuza vuracak şekilde bizi bekleyen Renault marka kutu gibi araca koştuk…
Ben öne Sermet arkaya oturdu ve Hasan gaza bastı…
Tam önümüze birkaç kişi çıktı, silahlarını filmlerde olduğu gibi bize doğrultup ateş ettiler.
Gültepe Karakoluna gittik, gazeteye telefon etmek istediğimiz söyledim.
Az önce tokat yiyen ve silahlı çatışmanın arasından kurtulan Başkomiser, kekeme bir şekilde ‘Edin!’ dedi.
Yazı İşleri Müdürü Güngör Mengi ‘Hemen gazeteye dönün!’ dedi, olayları polis telsizinden takip ediyorlarmış…
Gazi Osmanpaşa Bulvarı’ndaki gazeteye geldiğimizde bizi kapıda bekliyorlardı.
Biri fark etti!
Beş kurşun arabanın yanından girmiş, diğer yanından çıkmıştı!
Şoför Hasan özel aracının arkasına iyi radyo dinleyebilmek için anten yaptırtmış…
Sivil polis araçları da Renault idi ve telsiz antenleri aynı idi…
Yani bizi polis sanmışlar öldürmek için kurşunlamışlardı.
Verilmiş sadakamız varmış, ya da ‘içecek suyumuz!’
Akıl alacak gibi değil, beş mermi nasıl olur da, üçümüzden birimize değmeden, vurmadan, yaralamadan geçip diğer taraftan geçmişti?
Kaç yıl geçti hala anlamakta güçlük çekiyorum…
İşte biz bu sorunun yanıtını bulmaya çalışırken, Şoför Hasan ‘Başladı zıplayıp ağlamaya, kendini neredeyse yerden yere vurmaya!
‘Arabam da arabam!’ diyordu…
Biz ‘Canımızı kurtardığımıza şükür edelim!’ diyor, onu teselli edemiyorduk.
Patron Aydın Bilgin geldi, ‘Sen üzülme, biz senin arabanı eski haline getiririz, gerekirse yenisini alırız!’ dedi…
İşte o gün, ‘Mal canın yongasıdır’ sözünün boşuna söylenmediğini anlamış oldum…
Anlattıklarım tamamen gerçek…
Tanıkları hala yaşıyor….
Zaten olaylar o günlerin gazetelerinde manşetten verildi, İzmir ve Ege halkı ile paylaşıldı..
Şuna da inanıyorum:
‘Öldürmeyen Allah öldürmüyor!’
YORUMLAR