İzmir’in özellikle İstanbul’dan büyük göç alan, pahalı şehri Urla’da idim.
Güzelbahçe’den Çeşmealtı’na kadar sahilde durarak, bazı dostları örneğin kapısı ve sofrası herkese açık Kaya Çelikkanat’ı, Murat Eştürk’ü, Bilgin Önder’i, Işık Ersan ve tabii ki ustalarımız Erol Akıncılar ve Ünal Tümin’i anarak, kulaklarını çınlatarak Çeşmealtı’na kadar gittim.
Bodrum’dan bir konuğumuz gelmişti.
Sanıyorum Nazlı Açıkel Bayındır…
Şöyle demişti, Nazlı Hanım:
‘Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin…’
Ne güzel bir anlatım değil mi?
Spor Yazarı Denizlili Selamettin Bayındır’ın bankacı eşi Nazlı Açıkel Bayındır okumayı seviyor ve tabii aklında kalanları paylaşmayı da…
Şöyle dedi, bize;
‘Kadın olmak masallarda bile zor:
Ya kurbağa öpersin,
Ya en sevdiğin meyveden zehirlenirsin,
Ya kuleye kapatılırsın,
Ya saçlarını ‘elin adamı tırmansın!’ diye uzatırsın,
Gece 12’de Külkedisi’ne dönersin, elbiselerin yırtılır…
Ve maalesef en kötüsü bazen seni sadece ayak numarandan tanıyan bir salağa aşık olursun…’
Bunları anlattıktan sonra, genelleme yaptığını yoksa rahmetli eşi ile anlaşarak evlendiğini çok mutlu ve huzurlu yıllar geçirdiğini iki erkek evladı, sevgili gelinleri, torunları ile aynı güzellikleri yaşamayı sürdürdüklerini de anlattı.
Buna ekleme yapalım:
‘Bu devran hep böyle sürecek zannederken bir bakmışsın film bitmiş, senaryo değişmiş…’
*- BİR YUDUM ALDIKTAN SONRA
Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti.
Elinde kağıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı.
Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu.
Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve;
‘Biliyor musunuz ne düşünüyorum?’ diye sordu.
‘Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum.
Tek bir fark vardı; o zaman hala Bakanlık görevim sürüyordu.
Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi.
Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı.
Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı.
Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.
Özel bir kapıdan içeri almışlardı.
Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi.
Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim.’
*- BULABİLDİĞİ YERE OTURDU
Eski bakan derin bir nefes aldı, seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti:
‘Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum.’
Bir an durdu ve sonra:
‘Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.
Beni hava alanında kimse karşılamadı.
Otele taksi ile geldim.
Kendi odama, kendim çıktım.
Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile. Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.
Canım kahve istedi ve görevliye sordum;
Bana ‘dışarıda kahve makinesi olduğunu’ söyledi.
Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kâğıt bardağa kahveyi kendim doldurdum.’
Seyirci gülmeye başlamıştı.
*- ALKIŞ VE ÖVGÜLER
‘Sanıyorum geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı;
Makamıma sunulmuştu.
Benim asıl bardağım işte bu karton bardak..,’
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi.
Alkışlar bitince de şunları söyledi;
‘Size verebileceğim en iyi ders bu işte.
Bütün o övgüler, hizmetler, avantajlar rütbeniz, rolünüz, makamınız içindir.
Size ait değildir.
Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde porselen bardağınızı halefinize verirler.
Çünkü aslında hep layık olduğunuz kağıt bardaktır…’
Simon Sinek’in ‘Liderler en son yer ‘ kitabından bu alıntıyı genelde hep seçimler öncesi ve sonrasında yazarım…
Anımsatırım…
Fakat çoğu zaman şuna da tanığım, koltuğunu kaybedenler bir süre daha farkında olmuyorlar, sanıyorlar ki, aynı ilgiyi görecekler…
Ama öyle hayal kırıklığına uğruyorlar ki, kapıdan dışarı çıkmak bile istemiyorlar.
Şimdi örneklerini yine göreceğiz.
David Herbert Lawrence demiş ki;
“Hiçbir şey için ‘benimdir’ deme.
Yalnız ‘şimdilik benimle’ de.”
Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne eş, ne yaşam, ne ölüm, ne huzur, ne de keder her zaman seninle kalmaz.
Yazımın başlarında ne demiştim:
Bu devran hep böyle sürecek zannederken bir bakmışsın film bitmiş, senaryo değişmiş…
*- KÖYÜN BALETLERİ
Öykümüz, 1970’lerin başında, Ankara Bahçelievler’de başlıyor.
Fırında çalışan 16 yaşındaki Ömer Acar, her gün mahalleli Feride Hanım için bir adet tuzsuz ekmek ayırır.
Fırına gide gele, bu hevesli çocukla dostluk kuran Feride Hanım, onun okula gitmediğini öğrenince ‘Sen iyi bir çocuksun. Seni konservatuara alalım’ der.
Yakın arkadaşı Neriman Bejan, Ankara Konservatuarı’nda ritmik jimnastik hocasıdır.
Ancak kayıt için ilkokuldan yeni mezun olmak gerekmektedir.
Ömer, ‘Benim yaşım geçti, ama kardeşim Alaaddin ilkokulu bitirmek üzere… Onu alın’ der.
Hemen köyünü arar.
Osmancık kazasına bağlı Başpınar köyünün ilkokul Müdürü Yusuf Şanal, Köy Enstitülü, aydın bir eğitimcidir. Hasanoğlan’da öğrenim gördüğü yıllarda çok opera, bale izlemiştir.
Öğrencisi Alaaddin’in konservatuara gitmesi fikrini destekler.
Alaaddin’in ailesi de çocuklarının yatılı bir okula ve mezun olunca devlette memuriyete kavuşacağını öğrenince kabul eder.
Alaaddin böylece konservatuara girer.
Abisinin her gün ekmek ayırdığı kadın sayesinde bir ekmek kapısına kavuşmuştur.
Konservatuarda eğitime başlayan Alaaddin’e yazları köyüne gittiğinde ‘Ne olacaksın?’ diye sorarlar:
‘Balet olacağım’ der Alaaddin; ‘Arada televizyona çıkıyorlar, seyretmiyor musunuz?’
Baletin ne olduğunu bilenler biraz yadırgayarak bakar ona…
Ama çoğunluk, ‘Balet ne ola ki?’ diye sorar.
Cevap ailesinden gelir:
‘Yatılı okul. Yemek, okul parası devletten…
Mezun olunca Kültür Bakanlığı’nda memuriyet garanti…
Emekliliği de var…’
Maaş iyidir gerçekten de…
Bir baletin maaşı, mebus maaşına yakındır o devirde…
Sanatçılık, hala kıymetlidir.
Böyle anlatınca herkese cazip görünür iş…
*- 12 BALET ÇIKTI BU KÖYDEN
Bir yıl sonra ilkokul müdürü Yusuf Şanal da oğlu Erdoğan’ı yazdırır konservatuara…
Alaaddin, yazın bağda çalışmaya geldiğinde sınava hazırlar Erdoğan’ı…
Bağ tevekleri arasında iki öküzün çektiği düvenin yanında garip hareketler yapan bu çocuklara akıl erdiremez köylüler…
Ama onlar Ankara’ya gidip geldikçe, Musiki Muallim Mektebi’ni anlatıp övdükçe hısım akrabadan gençler de merak salar baletliğe…
Erdoğan’ın kardeşi Ertan kaydolur peşleri sıra…
Sonra Erdoğan’ın halaoğlu ile teyzeoğlu yazılır konservatuara… Kendi gidemeyen Ömer, oğlunu büyütüp yazdırır okula…
Onlar da birer ikişer Ankara’ya hemşerilerinin yanına gider.
Konservatuar da memnundur bu durumdan…
Ne de olsa balerin adayı bulmak kolay, balet adayı bulmak zordur; toplumdaki önyargılardan…
Çorum, o önyargıların yıkılışına önayak olur böylece…
Başpınar, Türkiye’nin balet ihtiyacına kaynak olur.
Alaaddin’den sonraki 40 yılda toplam 12 balet çıkar Çorum’un Osmancık kasabasının, Başpınar köyünden…
YORUMLAR