12 Eylül 1980 darbesi sonrası iktidara gelen Özal döneminde, “KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) zararda, bunlar birer bit, hemen satılmalı”, “devlet et, süt, peynir, yoğurt mu satar?”, “dünya değişti, ekonomik yatırımları özel sektöre teslim etmeli.” söylemleriyle, özelleştirme lehine olağanüstü bir rüzgar estiriliyordu. Özal, gülümseyen yüzüyle ve gözümüze doğru tuttuğu kalemi ile televizyonda (o zaman TRT’de) “transformasyon”, “çağ atlama” diyordu sürekli.
Benim gibi çocukluğunu ve ilk gençliğini o dönemde yaşayanlar, böyle bir iklimde büyüdük. Gerçek ters çevrilmişti; vahşi, acımasız kapitalizm “globalleşme (küreselleşme)” gibi havalı bir ad ile değişim olarak sunuluyor; sol, sosyal adalet, ulus devlet, Cumhuriyet’in kurucu değerleri ise tutuculuğun simgesi olarak gösteriliyordu. Eski solcu bir baba ve iki oğuldan oluşan aile bu konuda öncülük yapıyor; “buğday üreticisi sadece 37 gün çalışıyor, neden onlara bakıyoruz? Devlet tarım desteklerini kaldırsın” çığlıkları arasında Türkiye’nin tarımsızlaştırılmasının temelleri atılıyordu.
AKP İle Zirveye Çıkan Özelleştirme Çılgınlığı
Zaman zaman hızlanan, zaman zaman hız kesen özelleştirme çılgınlığı, (Mümtaz Soysal Hoca başta olmak üzere direnenler, bugünlerin geleceğini o zamandan söylemişlerdi.) “son sosyalist devleti yıkıyoruz” diyebilecek kadar engin (!) ekonomi bilgisine sahip, Türkiye’yi gümrük birliği gibi bir prangaya sokan ekonomi profesörü başbakanımız Tansu Çiller ile atak yapıyor, ancak “(Tekel’i) babalar gibi satarız” diyebilen Maliye Bakanı’nı ülkemize kazandıran (!) AKP iktidarı ile esas zirvesine kavuşuyordu.
24 Ocak 1980 kararlarını esas alırsak, 44 yılın sonunda geldiğimiz noktadaki manzara ise; büyük oranda üretimden uzaklaşmış, sadece ara mal üretebilen, ithalat ve sıcak para bağımlısı bir Türkiye. Yapabildiği zamanlarda dövizi düşük tutup, dünya ortalamasının üzerinde faiz ile, elinde sıcak para olan uluslararası zenginlere dünyanın hiçbir yerinde olmayan oranda dolar bazında para kazandırmayı, inşaat ve betonlaşmayı kalkınma diye sunan; ülkeyi tarımsızlaştırmış, ülkenin zenginliklerini, doğal değer ve varlıklarını vahşi kapitalizme sınırsız ve denetimsiz biçimde açmış bir AKP iktidarı.
Demek ki neymiş, piyasanın eli gerçekten sihirliymiş, ama sihri zengin azınlıklar lehine sonuçlar yaratmakmış.
Elektrik ve Dağıtımı Özel Sektöre Bırakılamaz
Bu çıldırmış ve akıldan tamamen uzaklaşmış özelleştirme furyası içinde, konunun uzmanlarının, elektrik mühendisleri odasının tüm itirazlarına, direniş çabalarına, “elektrik ve dağıtımı özelleştirilemez” yönündeki bilimsel ve teknik açıklamalarına rağmen, en temel kamusal hizmetlerden elektrik dağıtım işini de özelleştirdi Türkiye.
Elektrik gibi doğasında büyük tehlikeler barındıran bir temel gereksinimin karşılanmasının, dağıtımının kamusal hizmet olmaktan çıkarılıp, yine doğası gereği sadece kar odaklı bakış açısına sahip kapitalizmin kucağına bırakılmasının tüm yurttaşlarımızı, hepimizi tehlike altına sokan bir yaklaşım olduğunu yaşayarak görüyoruz.
Voltaj düşüklükleri, yangına dahi neden olan sağlıksız dağıtım ağları, son olarak da İzmir/Alsancak’ta yağmur ile oluşan su birikintisindeki elektrik akımına kapılıp yaşamını yitiren iki yurttaşımız.
21. yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzereyken, Türkiye’nin en büyük şehirlerinden İzmir’in tam göbeğinde, yağmur ile oluşan su birikintisinde elektrik akımına kapılan iki kişinin ölmesi, inanılmaz, inanılmaz olduğu kadar korkutucu bir olay ve İzmir’de de ülke genelinde de büyük bir şaşkınlık ve infial karşılandı.
Yaşanan bu olayda hata, ihmal ve denetim eksikliklerin ve sorunun nasıl giderileceğinin belirlenmesini hukuk önüne taşıdığımız bu korkunç olay, elektrik ve dağıtımının tekrar kamusal hizmet olarak verilmesi talebini ve tartışmalarını kamuoyunun gündemine taşıdı.
Yarım yüzyıla yakın süredir algılarımızın üzerini örten ve ne yazık ki hepimizin az çok etkilendiği küreselleşme rüzgarının, neo-liberal çılgınlığın taşıdıklarını sırtımızdan atmadıkça, yeni bir gelecek çizemeyeceğiz.
YORUMLAR