Kaç yıl oldu, unuttum, Çeşme’ye gidiyoruz otoyoldan. Arabayı kullanan Urlalı dostum Hakan’la sohbet ediyoruz, aynı şeyler de konuşulsa yarımada üzerine sohbetler heyecanlandırır hep beni. Zeytinler çıkışını geçtik, Urla’nın güney koylarının bakirliği, ulaşım zorluğu, kara ulaşımı olmayan koyları üzerine konuşuyoruz. Eliyle dağları gösterip, “son Anadolu parslarının biri burada bulundu” dedi. Pars, Anadolu parsı, insan dikkat kesiliyor. Dostuma aynı cümleyi 3-4 kez söyletmek zorunda bırakarak, konuşmayı sürdürdüm. Sonra konuyu araştırdım (internetin yararları da oluyor), evet 1942’de Urla dağlarında bir çoban yavru bir pars yakalıyor, dönemin tanınmış avcılarından birine satıyor, avcı parsa 9 ay bakıp, büyüyünce İzmir hayvanat bahçesine armağan ediyor. Adı da “Zoza”.
Çocukken Amerikan filmlerinden böyle vahşi hayvanların sadece Afrika’da olacağı yargısıyla büyümüş biri olarak, Anadolu’da pars olduğunu, Yeşilova Höyüğü’ndeki kazılarda 8.000 yıl öncesinden gelen kaplar üzerinde çiziminin olduğunu, sonra Anadolu parsının soyunun büyük olasılıkla tükendiğini bilmek insanı sarsıyor doğrusu. İşte “Çeşme projesi” var ya, bu son Anadolu parslarından Zoza’nın yaşam alanı dağları, ormanları, bu bölgelerin kıyılarını kapsıyor. Proje Çeşme-Urla’nın güney koylarını kapsıyor, belki de “Çeşme-Urla projesi” demek daha doğru.
Çeşme projesi ile ilgili o şık videoları izliyorum, fotoğraflara bakıyorum, doğru 1980 sonrası başlayan küreselleşme sonrası arzulanan tek değer (!) haline gelen zenginliğin sergilendiği bu video ve fotoğraflardan etkilenmemek zor, ama olanaksız değil. Ama nedense, bu videoların, fotoğrafların arkasında başka sahneler canlanıyor benim gözümün önünde, o çobanı, yavru Zoza’yı görüyorum, artık yok olmaya yüz tutmuş geyikleri, bir köşede korkarak bekleyen tilkileri, sansarları görüyorum. Biraz daha bakınca Tümbelek koyundaki tatlı su ile deniz suyunun karıştığı azmaktaki yavru kefalleri görüyorum. Sonra diyorum ki kendi kendime “sakin ol, hep böyle geldiler, görüntüler, fotoğraflar çok güzel, cümleler de çok güzel, ama sonra ne bırakır kapitalizm arkasında?”
Neresinden tutsak elimizde kalıyor, bölgede su sorunu var, bölgeyi turizme açacaksınız, butik oteller yapacaksınız, hamamlardan fazla su kullanan golf sahaları yapacaksınız; bu kadar büyük bir alanda sanki azmış gibi “%1,2 yapılaşma canım” diyorsunuz; ormanları, kıyıları halktan koparıyorsunuz; zeytinliklere, meralara, tarım alanlarına büyük zarar verebilecek bir süreci başlatıyorsunuz. Orada çok farklı, girilmesi zor bir bölge yaratacaksınız, orada yaşayacaklar büyük oranda yarımadalılar, yarımadanın köylüleri olmayacak, yarımadanın çok büyük alanında yarımada ile uyumlu olmayan bir sosyolojik yapı oluşacak. Esas zenginliğin ne olduğu tartışmalı da, hadi sizin gibi bakalım olaya bu zenginlikten yarımadalılara, yarımadalıların köylülerine tarlalarının biraz değer kazanmasından başka bir şey kalmayacak, kendi tarlalarına uzaktan el sallayacaklar bundan sonra.
Önce acele kamulaştırma ile geldiler, tepkilerle, davalarla acele kamulaştırmadan vazgeçtiler, “taşınmazlarınız değerlenecek” diyerek yarımada ve İzmir halkının ağzına bir parmak bal çalmak istediler. Bunun yanına projeye bir “Cumhuriyet köyü” koyup Atatürk ve Cumhuriyet devrimine duyarlı İzmirliler’i ve yarımadalıları yakalayabileceklerini düşünüyorlar şimdi de. AKP iktidarını, çevreye, doğaya yaklaşımını biliyoruz zaten, ancak muhalefetin 2 yıldır gündemde olan “Çeşme projesi” konusundaki önce örtülü, utangaç desteğini, sonra ikircikli yaklaşımını, şimdi de bazı CHP’li dostların çok da gürültü çıkarmayan karşı çıkışlarını, haksızlık etmek istemiyorum ama yarımada ve İzmir halkının çok ses çıkarmamasını görünce, insan endişelenmeden edemiyor. Engin Önen Hoca’nın dediği gibi “bu proje İzmir’in Kanal İstanbul’u, Kanal İstanbul’a karşı çıkıştaki yoğunluk ve yükselmeyi Çeşme projesinde neden göremiyoruz?”
İzmir kent merkezi, yoğun ve çarpık yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtulamadı, şimdi bu yapılaşma baskısı; tarihi, turizmi, tarımı, kültürü, doğasıyla gözbebeğimiz gibi korumamız gereken yarımadaya yöneldi. Urla’nın kuzeyinde, Çeşme’nin büyük kısmında, Karaburun yarımadasının bir bölümünde de yıkıcı etkiler epey yol aldı, şimdi sıra Urla ve Çeşme’nin güney kıyılarına geldi. Ne yapacağız, kapitalizmin bize gelişme diye yutturmak istediği “zenginlik”, “tüketim”, “kalkınma” sarmalına feda mı edeceğiz yarımadayı, yoksa yarımadayı tarihine, kültürüne, coğrafyasına, doğal dengeye uygun biçimde koruyacak mıyız? Bakanlığın güzel videosundaki dil ile söyleyelim; “Çeşme’nin, Urla’nın, yarımadanın yeni bir hikayeye ihtiyacı yok, Çeşme, Urla, yarımada kendi hikayesini korusun yeter.” Biz böyle söyleyelim de, siz bize yine “istemezükçü” deyin.
Biliyorsunuz, Çeşme projesi ile ilgili davalar var, son olarak keşif yapıldı, bilirkişi raporu bekleniyor. Davayı açan, destek veren meslek örgütleri, duyarlı yurttaşlar, direnmeye çalışan dostlar var; seslerini yükseltmeye, duyurmaya çalışıyorlar. Bir de tarihin derinliklerinden Yeşilova Höyüğü’nden, o dönemin insanlarından, Anadolu parsından, Zoza’dan, ormanların derinliklerinde saklanmış tilkilerden, sansarlardan, azmağın diplerine yanaşmış kefal yavrularından gelen bir ses var, duyuyor musunuz?
YORUMLAR