Ülkemizde normalde yanıp sönen bir mum ışığı kadar tepki çekebilecek –belki de bu tepkisizlik en çok konuşulması gereken- bir iktidar projesine karşı çıkışın adı olarak hafızamıza kazınan Gezi olayları, usumuza, dilimize bir kavram bıraktı. Gezi ruhu. Çevreye duyarlı bir tepki hareketinin, toplumsal bir ruh yaratması çok ender karşılaşılan bir örnek olsa gerek. Birbirinden farklı olmakla kalmayan, neredeyse taban tabana zıt siyasal görüşleri yan yana getiren, apolitik kitleleri siyasal iktidara karşı duruş sergileten bu ruhun içerdikleri konusunda epeyce yazıldı, çizildi. Kendi gördüklerimizi, anladıklarımızı söylemeye çalışalım.
Gezi olaylarının saf özünü, sanırım “yeşil alan Gezi Parkı’nı korumak” diye özetleyebiliriz. O zaman, Gezi’nin kalkış noktasını bir çevre mücadelesi olarak nitelendirmemiz doğru olacak. Bugün aradan 9 yıl geçtikten sonra, çevre sorunlarının zamanında hafifçe dudak bükülen romantik sorunlar olmadığı daha net görünüyor. Geldiğimiz nokta, hepimizin kafasına vurarak gösteriyor çevre sorunlarını. Anormal hava olayları, orman yangınları, sel baskınları, eriyen buzullar, yeryüzünden silinen canlılar, gıda güvenliği…
İşte Gezi; ilk önce yok olan yeşil alanlar, çarpık kentleşme dediğimiz beton yağmasına karşı bir çevre mücadelesi haykırışı olması bakımından toplumsal ruh kazandı. Bu ruha katkı koyan herkesin benliğinde bir yerlerde -derece derece- çevre mücadelesinin içinde olmak vardı, bize göre. Hem de, kapitalizm; aydınlanmanın hedefi sorgulayan özgür bireyi, kendisine verilen artıklardan etkilenip düzeni sorgulamayan, düzenden memnun müşteriye dönüştürmeyi, özgürlük ile tüketim kavramlarını eşleştirmeyi büyük ölçüde başarmışken.
Gezi’nin toplumsal ruhun derinliklerine işlemesinde, Türkiye’nin yaklaşık 200 yıldır sürdürdüğü “modernleşme” rotasının tersine döndüğünün iyice hissedilir olmasının çok önemli payı olduğunu söylemek gerekir. 2013’de, 11 yıldır ülkeyi yöneten AKP’nin, kendisine oy vermeyen ve kendisi gibi düşünmeyen kitlelerde yarattığı ve geçen 9 yıl içinde ne kadar haklı olduğunu gördüğümüz “Türkiye Cumhuriyeti dönüştürülüyor”, “yaşam biçimimiz tehdit altında”, “hukuksal güvenliğimiz yok oldu”, “korku imparatorluğu yaratıldı” algısı; şiddet içermeyen, kendiliğinden gelişen ve tüm kamuoyunda sempati ile karşılanan eylemlerin en önemli nedenlerinden biri olmuştu. Böylece başlangıçta Gezi Parkı’nın korunması ve İstanbul’da polis tarafından yoğun ve orantısız şiddete uğrayan yurttaşlara destek içeriğiyle başlayan yurt genelindeki tepki eylemleri, kısa zamanda siyasal iktidara ve uygulamalarına gösterilen bir tepkiye dönüştü. Burada, aydınlanma, modernleşme ve özgürlük ayaklarında yükselen Gezi muhalefetinin ülke çapında genel olarak, Cumhuriyet devrimini ve kazanımlarını ön planda tutup, muhalefetin simgesi haline getirdiğini söylemezsek, o dönemi açıklamakta eksik kalmış oluruz.
Geldiği siyasal İslam geleneğine uygun olarak kendisini Cumhuriyet devrimine en karşıt yerlerden birinde konumlandıran, 1980'lerden sonra küreselleşme adını almış vahşi kapitalizmin ağır saldırısı altında olan ülkemizi bu saldırılara sonuna kadar açan AKP iktidarının; oluşan bu toplumsal ruhu çok sert biçimde ezmeye çalıştığını unutmamak gerek. “Biz de yüzde 50’yi evde zor tutuyoruz” söylemleri ile emniyet güçlerinin biber gazı, tazyikli su, cop eşliğindeki orantısız güç içeren müdahaleleri iç içe geçmişti o dönemde.
İşte böyle bir çevre mücadelesi ve Cumhuriyet devrimine/modernleşmeye sahip çıkma hareketi bir toplumsal ruh yarattı, Gezi ruhu.
Ülkemiz yargı sisteminin geldiği yer itibariyle, demokratik bir toplumsal muhalefet hareketinden, hukukun “h”si ile açıklanamayacak biçimde “suç” ürettiği haksız kararlarıyla tutuklu bulunan sevgili Can Atalay’ın (31 Temmuz 2022 tarihli Birgün Pazar ekinde yayımlanan) “Gezi’nin değerlerine dayanan siyaset” yazısı düşündürdü bu yazdıklarımızı. Bu metni kendisine mektup olarak gönderirken, yazısı ile başlattığı tartışmaya belki ufak bir katkımız olur umudundayız.
YORUMLAR