12 Mayıs 2021 Çarşamba
Powell'dan faiz açıklaması:"Gerekirse faizleri yükseltmeye hazırız"
DEPREMLER VE YAPAY ETKİLEŞİMLER
SORUNLAR 'GERÇEKLERİ ÇARPITARAK' ÇÖZÜLMEZ SAYIN NUREDDİN NEBATİ!
Teknolojide zam durmuyor; Apple, bir zam daha yapmaya hazırlanıyor!
Nietzsche ve Doktor döven hanım
Ahmet Yıldız isimli çok önem verdiğim bir yazar, sürekli izlediğim odatv.com sitesinde 11 Ocak 2011 tarihinde, tam hedefe isabet eden bir değerlendirme yaptı. Nokta, virgül eklemeden altına imzamı atıyorum:
“Edebiyatla bir toplumu değiştirebilir misiniz? Ben bilmiyorum. Ama T.S. Eliot’un ünlü “Denemeler” kitabında yazdığı gibi bir toplumu çökertebilirsiniz: Edebiyatı çöken bir dilin ulusu da çöker! Buna inanıyorum.
Bir toplum için edebiyat ne anlama gelir? Çoğumuz bilmeyiz. Öncelikle dili dil yapar, onu ayakta tutar edebiyat. Bizi biz yapan bu yaşamsal olguyu temizler, pasından arındırır, kaybolmuş sözcükleri ortaya çıkarır, kurumuş sözcüklere su verir, yeşertir. Dili capcanlı yapar.
Her “yazılan” ve de her “okunan” metin edebiyat yapıtı değildir. Herkes bir şeyler yazabilir; milyonlarca insan sayfalar dolduruyor ama kitaplarının edebiyat yapıtı sayılmamasının nedeni dili kullanmaktaki yeteneğin ölçütüdür.
“Gerçek” bir edebiyat yapıtı için dilin iyi kullanılması da tek başına yeterli değildir. Bunun için çok daha başka özellikler, ölçütler vardır; edebiyatın kendi ölçütleri: Gözlem gücü, eşyalara, çevreye, olaylara, doğaya hakim olmak ve bunları en iyi sözcükleri bularak, onlara bin bir çeşit anlam yükleyip zenginleştirerek betimlemek… Sözcüklerle bir resim yapmak, bir senfoni bestelemek gibi bir şey.
Yazarın tek malzemesi bir kağıt, bir kalem, bir masa, bir sandalye olarak görünür.
Oysa işte saydığım özellikler gerekir yazanda: Ama bunlar da yetmez. Bu kez tarih bilinci, insan sevgisi, doğa sevgisi, ezilenden yana olma, tarihsel ilerlemenin yolunu sezmiş olma gibi özellikler; bir bilinç ve de kapı gibi bir yürek gerekir.
Bunlar da tamam diyelim: “Bilme”si de önemli ve gerekli değil yazarın; sezgileriyle bunları yakalaması gerekir. Ampirik bilgiyle topluma seslenen bilim insanıyla sezgileriyle topluma seslenen sanatçı arasındaki ayırım budur. İşte yaratma sürecine verilen önem buradan gelir. Bizi insanlaştıran ballı nokta burasıdır.
Üçkâğıtçı biri asla gerçek edebiyatçı, gerçek yazar olamaz bana göre. Ya da egemenlerin safında birisi kalıcı olamaz ne kadar yetenekli olsa da.
Bir Dostoyevski’nin, bir Nazım Hikmet’in, bir Paul Eluard’ın, bir Jean Paul Sartre’ın, William Faulkner’in, bir Tolstoy’un, bir Balzac’ın, Stendhal’ın haksızdan yana -ama “güncel” haksız değil yalnızca, tarihsel olarak da haksızdan yana- olduğunu kimse söyleyebilir mi?
Bütün bunlara kim karar verir? Önce okurlar, ama esas olarak zaman karar verir!
Onun için edebiyatta “Klasikler!” vardır. Tüm zamanların kitaplarıdır bunlar. Gerçi insanlığın binlerce yılına bedel bir 200 yıl içinde doğdular; yaşanan hıza yetişmeye çalıştılar ve de başardılar. İnsanlık var oldukça yaşayacak bu yazarlar, bu romanlar ve onların kahramanları…
Yazma uğraşının “ölçütleri” üzerine fazla konuşmayı sevmeyen Hemingway, bir konuşmasında şunları söylemişti: “Öncelikle yetenek olmalı, çok fazla yetenek. Kip-ling’in sahip olduğu yetenek gibi. Sonra disiplin olmalı. Flaubert’in disiplini. Sonra da olabilecekler konusunda bir düşünceniz olmalı ve son olarak, sahteliği önlemek için Paris’deki standart metre gibi hiç değişmeyen katı bir vicdanınız olmalı.”
Bu yazımı yazarken verdiğim kahve molasında, Nazım Hikmet’in, Edebiyat Yazıları adlı kitabı gözüme ilişti kitaplığımda. 1988 yılında almışım, “23 Mart 1988”; tarih düşmüşüm üzerine. (Ne güzeldi; eskiden aldığımız kitabın üzerine günün tarihini koyardık. Giderek bu alışkanlığımızı kaybettik okurlar olarak. O zamanlar kitaplar daha mı önemliydi bizim için yoksa?)
Nazım Hikmet, “Bir sanat eserinin büyük olabilmesi için…” diye yazıyor ve sanat yapıtını “Büyük yapıtlar” ve “Küçük yapıtlar” diye ayırıyor ilkin. Sonra yanıtını veriyor: “Bazı yapıtlar vardır taş gibi donukturlar, bazı yapıtlar vardır anlattıklarının doğumuna, gelişmesine/yaşamına, ölümüne hâkimdirler…”
Anlaşılabileceği gibi “Büyük yapıtlar” ikinci özelliği taşıyan yapıtlar oluyor hep. Büyük yapıt olarak insanların belleğine, o acımasız zamana, tarihin koynuna yerleşmek kolay değildir. Bir kitabın edebiyat yapıtı olup olmadığını, okurların kitabı satın almasına göre değerlendirmek hep yanıltıcı olmuştur.
Ama yazar/şair istese de istemese de kitabı okurun önüne koyan bir süreç vardır. Bu süreç edebiyat bürokrasisinden eleştirmenlere, sanatçının (yazarın/şairin) kişisel ilişkilerinden dağıtım ağının gücüne kadar uzun ve çetin bir yolu kapsar.
Bu durum günümüz kapitalist sisteminin temel kuralıdır. Zamanın entellektüel modalarına, ideolojisine uygun kitaplar hep çok satar! Bir başka deyişle okurun tavrı sürecin en sonunda biçimlenir. Ne var ki edebi ölçütler özgür ve tarafsızdırlar aslında. Bundan kimse kaçamaz. Her yetkin yapıt şu veya bu biçimde tarihin vicdanında layık olduğu yerini alır!
Üzgünüm ama bu genel geçer kural tarihin altın çağlarında böyleydi galiba!
Bugün ülkemizde (ve dünyada) bir edebiyat yapıtı gün ışığına çıkabilmek için büyük haksızlıklarla mücadele etmek zorundadır.
Çünkü “postmodern” denen bir çağda yaşıyoruz. Her değerin alt üst olduğu, filin kuyruğunu tutarak tanımlar yapıldığı, at izinin it izine karıştığı tuhaf, çılgın bir çağ. Adeta yeni bir ortaçağı yaşıyoruz. Artık yapıtları değerlendirmek için “Paris’teki standart metre”, bir ölçüt (skala) yok! Her şey, “yönlendirilmiş” bir “pazar”ın belirlediği ölçütler içinde yürüyor.
“İyi” bir yazar/şair olabilmek, ancak “iyi” bir yayınevi bulmaya indirgenmiş durumda. (Şimdi o da çöktü doğal olarak!) Pazarlanabilir bir tipte ve konumda mısınız? Şansınıza diyecek yok o zaman!
Okurun kitabı okuyup okumadığı önemli değil kimse için. Kitabı satın almanız önemli artık! En acısı da yazarların bu kervana katılmaları: Kendilerini, kitaplarının satıp satmadığına göre değerlendirme yanlışına düşmeleri!
Türk edebiyatını bitirmek için Iova Üniversitesi’nde ABD Dışişleri Bakanlığı bursuyla kurs görmüş üç beş “star” laştırılmış yazar bozuntusu ve onların, Nazım Hikmet’in tanımıyla, “küçük yapıtları!” son yirmi beş yılda edebiyatımızın üzerine karabasan gibi çöktü, edebiyatımızın tüm güzelliklerini kirletti. Böylece yazarlar toplumda da itibarsızlaştı; ayırımındasınız mı bilmem, edebiyat yaşamımızdan sessizce çekiliyor.
O güzel yazarlar, o güzel okurlar o güzel atlara binip uzaklaşıyorlar!
Kendi payıma kitabımı okumuş iyi bir kaç okur, kitabımı satın alan yönlendirilmiş binlerce cahilden daha değerlidir benim için.” (Yaşar Aksoy’un notu: Alkışlıyorum bu yazarı, çünkü Mösyö Pardayyan ruhu taşıyor..)
Küresel Edebiyat, küreselleşmenin en büyük silahlarından biridir, dünyayı ele geçirmenin ve elde tutmanın bir manipülasyonudur. Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümünde olan Batı Emperyalist Sistemi, küreselleşme dediği bu yeni ultra post-modern aşamasında, egemenliği altında olan milyarlarca insanı, emek, sermaye, sömürü, fakirlik, işsizlik, çevre kirliliği, savaş kışkırtıcılığı, petrol yağmacılığı, dini ve ırkçı bağnazlık, kıyamet senaryosu kültürel dayatması, cinsel zulüm gibi dünyasal gerçeklerden hızla uzaklaştırarak, hayali bir edebiyat sunmakta ve koyunlaştırarak ustaca oyalamaktadır. Hayli de başarılıdır.
Küresel Edebiyat, ustaca bilgisayar animasyonları da kullanılarak inanılmaz efektler eşliğinde beyazperdeye aktarılarak müthiş rakamları yutan pazarlar yaratmaktadır. Tüm zamanların en başarılı ve para kazandırıcı film serisi olan Harry Potter’in son yapımı olan Harry Potter ve Ölüm Yadigarları filmi Londra’da gerçekleşen galasıyla birlikte dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de aynı anda vizyona girdi, milyonları içine çekti. Rowling”in romanından uyarlanan serinin yedinci filminin ilk bölümü, yapımcılarına yüzmilyonlarca dolar kazandırdı. Yönetmenliğini David Yates’in yaptığı filmin ikinci ve son bölümü, 2011’de gösterime girecek ve böylece Harry Potter’ın beyazperde macerası sona ermiş olacak. Peki aklımızda ne kalacak?.. Sempatik büyücü çocuğun gülümsemesi ve büyü numaraları!..
Hiç şüphesiz bu cendereyi kıran Gabriel Garcia Marquez ya da Foucault Sarkacı’nın yazarı Umberto Eco, Nobel ödüllerini kazanan bazı yazarlar vardır, bunlar hem geçen yüzyıldan arta kalmışlardır, hem de rüya gören milyarları birer saniyelik uyandıran uzak gök gürlemelerinden başka bir şey değillerdir. Küresel kitleler Harry Potter’i tanır, onları tanımaz..
Anatole France, büyük devrimci romancı Jack London’un ölümsüz eseri Demir Ökçe’yi okuduktan sonra şöyle yazmıştı, buraya aktaralım ve biraz avunalım:
“Ey gelecek çağların kuşakları, sınav gününün gençleri! Sizler amansız savaşlar vereceksiniz. Geri tepmeler sizi kuşkuya düşürse bile, kendinizi yine toplayıp, bu romanın kahramanı soylu Everhard ile birlikte şöyle diyeceksiniz: “Davamızı yarın, bilgi ve disiplince daha da güçlenmiş olarak yine ortaya getireceğiz!.”
Anatole France’nın sözünü ettiği dava, insanların ve ulusların eşitliği davasıdır. Küresel Edebiyatta bu idealin zırnığını bulamazsınız.
Bu bakımdan Carlos Fuentes’in Can Yayınları’ndan çıkan Kartal Koltuğu’nu satır satır okumalı.. Evrensel baskı düzenini anlatan George Orwell’in “1984” isimli yapıtından daha korkunç bir dünya düzenini, yani 2020’de olup bitenleri hayali olarak anlatan yazar, özelde Meksika’yı dillendirirken, dünyanın her yerinde aynı düzene sahip politik entrikaları, ABD Emperyalizmini, evrensel sömürüyü, pek güzel açıklıyor.
Romanda, Meksika’nın ABD’ye kafa tutacağı tutar, o andan itibaren ABD ise Meksika’nın iletişimini sağlayan uyduda bir arıza olduğunu ileri sürerek ülkeyi faks, e-posta, internet, telefon, televizyon hizmetlerinden yoksun bırakır. Bunun üzerine halk birbiriyle mektuplaşmaya başlar. Romanda bu mektuplar yayınlanmakta ve bir mektup devrimi anlatılmaktadır.
Ne dersiniz?
Amerika bunları yapar mı?..
Romanı okuyun derim..
Nedir küresel edebiyat?..
Günümüzde Küresel Edebiyat’ın altı (6) sütunu vardır. Bu edebiyat, bu sütunlar üzerinde yükselen küresel bir tapınak gibidir. Bu sutünlarda hayat bulan edebi temaları sayalım.
Bilimkurgu Edebiyatı: Bilimin uçsuz bucaksız olası uzanımları üzerinde gezinen bu edebiyata örnek vermek için Michael Crichton’u ve romanlarını örnek gösterebiliriz.
Doğaüstü Edebiyat: Burada doğaüstü olaylar, büyücü-lük, kehanetçilik, medyumlar, öte alemin gizemli varlıkları söz konusudur, bunların oluşturduğu hayali bir alemde çarpıcı serüvenler yazılır, çizilir. İngiliz bayan yazar J.K.Rowling’in yarattığı, her yaştan dünyalıyı büyüleyen ufacık bir büyücü çocuğun serüvenlerini yansıtan Harry Potter kültürü, buna tam tamına örnektir (Rowling, bir dizi roman sayesinde İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in zenginliğini katlayacak bir paraya kavuştu).
Tarihsel Gizem Edebiyatı: Bu sütundaki temalarda, Antik Çağ efsaneleri, Hristiyanlık, Musevilik, gizemli Kabala Mistisizmi, Kutsal Kase efsaneleri, Tapınak Şövalyeleri’nin serüvenleri, Vatikan kulisi, Opus Dei, Masonluk, tarihin derinliklerinden yukarı çekilen binbir çeşit dini dedikodular söz konusudur. Dünyadaki egemen güçler arası savaşlarla da ustaca ilişkilendirilen bu temaları kullanan yazarlara verilecek en parlak örnek Dan Brown’dır. Bu edebiyat türü zaman zaman bilimkurgu ile de kesişir. Dan Brown’ın yapıtlarına verilecek en ünlü örnekler, Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Dijital Kale, Kayıp Sembol, İhanet Noktası’dır.
Fantastik Mitoloji: Bu tür edebiyatta, olmayan bir zamanda, hiç var olmamış ırkların, olmayan coğrafya-lardaki hayali savaşları anlatılır. Tanrılar sahte, zaman sahte, coğrafya sahte, tarih sahte, ırklar sahte, tüm kahramanlar sahte, olaylar yalandır. Ama bu edebiyat su içercesine okunur ve izlenir. Tam bir fantastik mitoloji söz konusudur. Sanki yazar, Homeros’un İlyada Destanı ile alay etmektedir. Bu edebiyata verilecek en güzel örnek Yüzüklerin Efendisi’dir ve yazarı John Ronald Reuel Tolkien’dir.
Çağdaş Gotik (Dehşet) Edebiyatı: Düşünülebilecek en uç korkuları, en sınırsız gerilimleri kağıda aktaran bu tür edebiyatın Tanrı’sı, Howard Phillips Lovecraft’tır. Tarihin en esrarengiz yazarı olan 1890 Rhode İsland Providence doğumlu bu kişi, hayatını kazanmak için uzun yıllar hayalet yazarlık yaptı, ilk irili ufaklı öykülerinde sahneye çıkan hayaletler ve iblisler, şeytanın acımasız çocukları, vampirler, insan ruhunda gezinen dev fareler, orman cadıları, aynalardan dışarı fırlayan öte alem canavarları, daha sonra bu edebiyatın şaha-seri olan romanlarında okuyucunun başına üşüştü. Deliliğin Dağlarında, Cthulhu’nun Çağrısı en dikkat çeken anlatıları oldu. 15 Mart 1937’de gömülen cesedinden, Stephen King, Clive Barker, Dan Simmons, Harlan Ellison, Charles Beaumoht, Richard Burton Matheson, Frank Belk-nap Long, Raymond Douglas Bradbury, Robert Aickman, David Niall Wilson gibi çağdaş korku yazarları vücut buldu. Stephen King, Türkiye okuyucusu tarafından en çok bilinendir. Edgar Allan Poe’yu modası geçmiş, geçen yüzyılın edebiyatçısı olarak buraya alamazdık.
Ruhsal yolculuklar edebiyatı: Bireyin içine veya dışına astıral yolculuğu aktaran çoğu kendilerini medyum olarak tanıtan yazarların yarattığı edebiyattır, en önemli örneği sinema yıldızı Shirley Maclaine’dir. Önemli kitapları İçimdeki Yolculuk, Oraya Buradan Gide Bilirsin isimli kitaplarıdır.
İşte günümüzde küresel insan bunları okumaktadır.
Bilimkurgu Edebiyatı, Doğaüstü Edebiyat, Tarihsel Gizem Edebiyatı, Fantastik Mitoloji, Çağdaş Gotik (Dehşet) Edebiyatı, Ruhsal Yolculuklar Edebiyatı olarak tanımladığımız, zaman zaman birbirlerine de destek olan bu altı sütunumuzu diktiğimiz zaman, çatının altında Küresel Edebiyat Tapınağı sahneye çıkar..
Bu tapınakta yapılan ayinlerde, fantastik öyküler, dini fanatizmi kamçılayacak eski efsaneler veya tam tersine dine meydan okuyarak dine gizlice hizmet eden manifestolar, İsa’nın gizli karıları, kutsal kaseler, rahibe benzeyen şövalyeler, Fatıma’nın sırları, Kudüs’ün gizemleri, Yahudi büyüleri, iyi saatte olsunlar, medyumlar, hayali ırklar, doğaüstü varlıklar, bilimi bile hayrete düşüren bilimkurgu temaları; dehşet dolu, sadizm içerikli ve şeytani metinler yaşama geçer.. Küresel Edebiyatı yönlendiren merkez, bu edebi metinleri sinemaya aktararak, insanoğlunun kafasını bu yönden de iyice yıkamaya çalışır. Artık kutuplardan sahralara, okyanus adalarından Paris kafelerine kadar herkes, bu yüzyılda Puşkin’i, Balzac’ı, Maksim Gorki’yi, Kafka’yı, Stendhal’i, Emil Zola’yı, İlya Ehrenburg’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Charles Dickens’i, Victor Hugo’yu, Hemingway’ı okumayacaktır.
Her şeyden önce şunu içtenlikle belirtmeliyim ki, Jurassic Park’ın yazarı ölünce derin biçimde sarsıldım..
Harvard Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra kariyerine yazar ve film yapımcısı olarak devam eden, “Tekno Gerilimin Babası” namıyla tanınan ve hepimizin ezbere bildiği Jurassic Park gibi sinemaya uyarlanan çok sayıda kitabın Amerikalı yazarı Michael Crichton, 66 yaşında Los Angeles’ta kanserden yaşamını yitirdi (4 Aralık 2008). Yazar, film yapımcısı ve yönetmen Crichton’un, dünya çapında ilgi gören ER (Acil Servis) gibi dizilerde ve televizyon filmlerinde imzası bulunuyordu. Crichton’ın romanları arasında The Andromeda Strain, Jurassic Park, The Lost World, Congo, The Terminal Man, Time Line, Prey ve State of Fear gibi dünyaca ünlü yapıtlar vardı.
1942 Chicago doğumlu Michael Crichton, Amerika’da aynı zamanda kitabı, filmi ve televizyon dizisi bir numara olmuş tek yazardır. Türkiye’de Altın Kitaplar’dan; Haksız Yasak, Sessiz Tehlike, Av, Yakan Sırlar (Kongo), Taciz, İnkilap Kitabevi’ nden; Sıradaki, Zaman Tüneli, 13. Savaşçı, Küre, Jurassic Park, Uçuş 545, Yükselen Güneş, Remzi Kitabevi’n den Kayıp Dünya isimleriyle kitapları basıldı.
Yazarın özelliği, ustaca kaleme aldığı bilimkurgu romanlarında; fantasya, astro fizik (uzaybilim), genetik, nano teknoloji ve kuantum mekaniği gibi milenyum temalarını, politik ve kriminal gerilimi yüksek tekno-serüven öyküleri içinde nefes kesici bir tarzda verebilmesiydi.
Benim de son yıllarımda favori yazarımdı; belki on yılımı, Crichton bunu nasıl yazdı veya şimdi ne yazacak diye düşünerek geçirmişimdir. Benim için temel yapıtı, Time Line (Zaman Tüneli) isimli inanılmaz bir tarihi senaryoya oturan bilim kurgu şahaseridir. Romanın Türkçe olarak yayınlanmış Zaman Ötesi ismini taşıyan bir VCD’si de vardır. Canım öte alemlere gitmek isteyince, hem romanı bir kez daha okurum, hem de Robert Donner’in yönettiği ve Paul Walker’in başrolünde oynadığı filmini nefesimi tutarak izlerim. Time Line’nin müthiş hikayesi şöyledir:
“Fransa’da Dordogne Vadisi’nin ortasında Yale Üniversitesi’nden bir grup arkeoloji öğrencisi ve profesörleri, 14.yüzyıla ait kaledeki kalıntıları araştırmaktadırlar. Profesör Edward Johnston, oğlu Chris, yardımcısı Marek, öğrencileri Kate, Stern, François, Johnston, çalışmalar esnasında ortaçağ kale-şatosu La Roque Castle’ı ve yakınlardaki Castlegard kasabasındaki manastırı ve yapıları da keşfedeceklerdir. Kazıda şüpheli bir sponsor vardır. İnternational Technology Corparation (ITC) adına çalışan Doniger, ekibi içinden izlemektedir. Profesör Johnston, bazı yanıtları almak için New Mexico’daki ITC merkezine gittiği sırada kazı yapan öğrenciler, yeraltında 600 yıldan beri kapalı olan ve hiç açılmamış bir oda keşfederler. Bu gizli odada Profesör Johnston’a ait okuma gözlüğü ve profesörün el yazısı ile 2 Nisan 1357 tarihli bir acil yardım çağrısı bulurlar. Oysa profesör günümüzde yaşamaktadır ve New Mexico’ dadır..
Bu esrarengiz olayın peşine düşen cesur öğrenciler, ITC Başkanı kapitalist Doniger’in yeni bir buluşu ile karşılaştıklarını dehşet içinde fark ederler. Bu üç boyutlu nesneleri, kuantum mekaniğine göre çalışan makinalarla uzaydaki kurt delikleri içine sokarak geçmiş zamanlara veya ileri tarihlere gönderen akıl almaz bir buluştur. İnsanlar, bu yöntemle uzayın içindeki kozmik kısa yollardan ortaçağa bile gidebilmektedirler. Yani, bilimsel söylemiyle, insanları ve nesneleri çokluevrende belirlenmiş hedeflere fakslayabilen kuantum bilgisayarların teknolojisi keşfedilmiştir, ya da romana göre bazen arızalanan bir ön buluş söz konusudur. Bu buluşun bir tekno-devrim olacağını hisseden, bilim dünyasından bunu saklayan ve bu yönde gizlice deneyler yapan Doniger, elinde olmadan İngiltere’nin Fransa’yı işgal ettiği 14.yüzyıla bağlanan bir geçiş yolu bulmuştur. Hem 14.yüzyıla ait arkeoloji sahasında, hem de buna parelel olarak zaman tüneli makinası içinde çalışma yapan ve bunu öğrencilerinden saklayan Doniger’in sırdaşı profesör Johnston ise, New Mexico’daki gizli deney anında kurt deliğine kendini kaptırarak bir anda Fransız şövalyeleri ile İngiliz birliklerinin kıyasıya dövüştüğü feodal savaşın içinde kendini bulur. Onu, o yüzyıldan ve o savaştan kurtarmaya ant içen oğlu Chris ve öğrencileri, ITC merkezine giderek o makineye bağlanırlar ve ortaçağ giysi ve savaş aletlerini kuşanarak teker teker orta çağa geri giderler. Orada, savaş tüm hızıyla hüküm sürmektedir. Kaleler kuşatılmakta, gülle atışlarıyla kasabalar ateşe verilmektedir. Cesur Fransa şövalyeleri, İngiliz ordusuna karşı direnmektedir.. Öğrenciler, profesörü bulabilecekler mi?.. Hayatta kalıp, hepsinin elinde birer tane olan kumanda aletleriyle, günümüze, yani 21.yüzyıla geri dönebilecekler midir?.. Her şey olup bittikten ve profesör de kurtarıldıktan sonra, Fransız şövalyesi kılığındaki savaşta bir kulağını kaybetmiş olan Marek, niçin 21.yüzyıla dönmeyi red edip Orta Çağ’da hayatının sonuna kadar yaşama kararı alır?… Yoksa bir aşk mı söz konusudur?.. Hikayenin en başında öğrencilerin kazı esnasında buldukları kulağı kesik bir şövalye lahiti, aslında Marek’in lahdi değil midir! Tarihte olan bitenin günümüzde izlerine rastlarız. Ama, ya tarihin gerisinde yaşananlar ile şimdiki zaman aynı anda yaşanırsa, ne olur?.. İşte Michael Crichton’un nefes kesici romanı olur..”
Zaman zaman günümüz koşullarında ve ağırlıkla orta çağda geçen bu hikaye, arkeoloji, tarih, bilim, bilimkurgu, gerilim ve aşk temalarıyla ruhumu elde ederek, benim temel hikayelerimden biri oldu. İşte onun için yazarı, yani Jurassic Park’ın yazarı Michael Crıchton öldüğünde, baba yazarım Kemal Tahir ölmüş gibi üzüldüm.
Neden?.. Çünkü ben bile, ister istemez Küresel Edebiyat’ın etkisinde kalmışım..
“İçinde yaşadığımız kaotik dünya düzeni siyasetin temel unsurlarını da neredeyse unutturdu.. Siyasal yelpazede tutuculuğun, gericiliğin ve bireyciliğin temsil edildiği sağ ile ilericiliğin ve toplumculuğun temsil edildiği sol düşüncenin yerine türlü güncel yakıştırmalar konuldu. Oysa siyasal yapının temeli bu iki kavram üzerine kuruludur.
Bakmayın siz, günümüz sağ siyasetçilerinin ağızlarından değişim sözcüğünün eksik olmamasına.. Onların derdi, kendilerince gerçekleştirecekleri değişimleri vahşi sermaye düzeninin sürdürülmesi yönünde kullanmaktır, başka bir şey değil.
Oysa sol için değişim, bireyci çıkarların savunulduğu sermaye düzeninin değişmesi, yerine toplumun ve insanlığın çıkarına olan yeni bir düzenin kurulmasıdır.
Sağ ve sol kavramlarının güncel siyasal yaşamdan bile uzaklaşması, edebiyatın da kendi sularında yönünü yitirmesine, insana ilişkin temel sorunların düşünüldüğü bir alan olmaktan çıkıp, ticari hayatın ya da gösteri dünyasının bir parçası olmasına yol açtı..
Neden böyle olduğunu düşünelim mi?
Edebiyatın ve sanatın işi en genel anlamda insan, toplum ve dünya üzerine düşünmektir. Bunu yaparken bir bilimci gibi nesnel gerçek ve yargılardan yola çıkmak yerine henüz görülmemiş ve bilinmeyen gerçeğin peşine düşer. Peşinde koştuğu gerçeği anlatabilmek için kurduğu yapı, bulduğu yeni anlatım biçimleriyle heyecan yaratır.
Edebiyatın en temel gerçeklerinden biri de taşıdığı hümanizm (insan sevgisi) yüküdür.
Bu insan odaklı düşünce ve üretim yapısı edebiyatı ister istemez sol düşünceye iter. Çünkü insana ilişkin düşünmek, insanın geleceği ve mutluluğuna ilişkin düşünmeyi de birlikte getirir.
Toplumsal düzeninde bireyciliğin en uç noktalarda olduğu ABD’nin, edebiyatına baktığınızda, yoğun insan odaklı bir sol yaklaşımla karşılaşırız. Edebiyat tarihinde sağ düşünceli olarak tanınan Ezra Paund, T.S.Eliot, Knut Hamsun gibi büyük yazarları güncel siyasal düşüncelerinden ayrı tutup yalnızca yazdıklarıyla değerlendirdiğinizde rahatlıkla solcu olduklarını düşünebilirsiniz.
Bizde de öyledir. Metafiziğin şiirsel yapıya uygun unsurlarına yaslanan kimi başarılı ürünler görülse de, içeriği sağ düşünceyle örülmüş parlak yapıtlara pek rastlanmaz.
Tanpınar gibi büyük bir edebiyatçının sağda gösterilmesi, ne yaşama biçimine ne de yapıtlarına bakıp varılabilecek bir sonuçtur.
Türlü türlü kirlilik içinde yaşamak zorunda olan günümüz edebiyatçıları, her şeyden önce insan odaklı bir uğraş alanları olduğunu unutmamalıdır.”
Turgay Fişekçi, 1 Aralık 2010 tarihli Cumhuriyet’te Defne Gölgesi başlıklı sütununda bu görüşleri fişek atarcasına yazıp sundu ve noktayı koydu.
Ne kadar haklı ve doğru, ne kadar bilimsel, ne kadar insanlığın tarihi serüvenine tanıklık eden bir yazıdır bu.
Fransa Parlamentosu’nda sağda oturanlara Sağcı, sol tarafta oturanlara Solcu denmiş bir zamanlar, böylece bu kavramlar ortaya çıkmış. Sağ tarafta kapitalistler, zenginler, aristokratlar, Kral yanlıları, yüksek burjuvaların temsilcileri ve şoven slogancılar yerleşmiş. Parlamentonun sol tarafında ise küçük burjuvalar, işçiler, esnaflar, meslek gruplarını temsilcileri (ilk sendikacılar), köylüler varmış. O zamanlardan bu zamanlara, tanım pek değişmedi, sağcı dendiğinde paranın egemenliği, solcu dendiğinde emeğin sesi anlaşılmıştır.
Ama edebiyatta bu iş değişebilir. Sağ ideolojiye inanan bir muhafazakar yazar, yazdıklarında yoksulları ve sömürüyü canlandırırsa, bal gibi sol edebiyata hizmet etmiş olur.. Yani buna göre, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi yazarların, düşünürlerin, romancıların klasik sağ ideolojinin şöhretleri olduklarını bilmemize rağmen, insan odaklı insancıl ve eşitlikçi yapıtlar ürettiklerinde, sol edebiyata katkıda bulunduklarını kabul edeceğiz.
Tam tersine medyanın son macununa kadar cilaladığı; Emperyalizm’in güdümünde, mistik, küresel, etnikçi, aykırı, ayrımcı veya dinci söylemler içeren yazarları, hatta epey şiirsel romanlar karalayan örneğin Elif Şafak’ı, apaçık sağda kabul edeceğiz..
Burada, Turnusol kağıdımız şudur galiba.. Edebiyat, emekçi dünya insanının yaşam mücadelesini mi, yoksa küresel ideolojinin post-modern temalarını mı tercih edecektir? Demek ki insanı tercih ederse sol, küreseli tercih ederse sağ oluyor..
İşte tam burada, “21. Yüzyılın Küresel Edebiyat Kavramı”na geldik dayandık.
Müthiş bir konuya giriyoruz.
Yazarken heyecan içindeyim..